21 Nisan 2011 Perşembe

“Kazasız Belasız”


Zor aslında, anlayabiliyorum… Yıllar boyunca bize bir şey öğretiliyor, iyi bir şey yaptığımızı düşünüyor ve buna yürekten inanıyoruz. Sonra birileri çıkıyor başka şeylerden bahsediyor; asıl bu yeni bilgiye yürekten inanmamızın iyi olduğunu söylüyor.


“Kazasız belasız atlatsak şu süreci”
“Kazasız belasız gidin gelin inşallah”
“Kazasız belasız bitse şu ilk yarı…”
“Yeni araban hayırlı olsun, kazasız belasız, güle güle kullan.”

Hepsi de iyi dilekler değil mi?
Hmm… Niyetler iyi, evet… Ama dileklerin ne kadar iyi olup olmadığını merak ediyorum. Gelin beraber bakalım.

Kelimelerin Gücü

Küçükken kelimelerin bir gücü olduğunu hayal ederdim… Her kelime bir anahtardı ve karşınıza bir kilit çıktığında doğru anahtarı bulmak ustalık isterdi. Bazı geceler kendimi o ustalıkta bir sihirbaz gibi ortaçağda hayal ederdim. Ejderhalar, kara şövalyeler, kötü krallarla kelimeleri kullanarak mücadele ederdim. Kim bilir belki bu yüzden yazarlığı seçtim kariyerimin ilk yıllarında…

Hayalini kurduğum gibi olmasa da kelimelerin ne kadar güçlü hayat enstrümanları olduğunu hepimiz biliyoruz. Her bir kelime bir hatırayı canlandırabildiği gibi geleceğe dair zihinsel bir projeksiyona da neden olabiliyor. Üstelik harf ve hecelerin peş peşe gelmesinin yarattığı fonetik etkiler de söz konusu.

Şu kelimeleri -tane tane- okuyun bakalım ne hissedeceksiniz:
Çürük,
Karamsar,
Şeytanî,
Simsiyah,
Korkunç,
Soğuk,
Hüzünlü,
Kanser,
Kalbim kırık,
Ne çirkin,
Beceriksiz,
Karanlık,
Yapayalnız,
Sırtlan,
Kaza,
Sakat,
Ölüm,
Dert,
Bela,
Felaket…

Gerçekten felaket!
İçim sıkıldı yazarken, yemin ederim!
Bunu sizi etkilemek için yapmak, iyi bir fikir gibi gelmişti ama yazarken bu kadar sıkılacağımı düşünmemiştim. Hadi gelin rahatlayalım:
Güzel,
Bebek,
Can,
Dostluk,
aşk,
Sevgili,
Yeni bir gün,
İyimser,
Gülümser,
Mutlu,
Yavru kedi,
Masmavi,
Yemyeşil,
Sımsıcak,
Tatil,
Beraber,
Harika…

Hadise nasıl da değişiverdi değil mi? Bu konuda başka bir şey söylememe sanırım gerek yok.

Arkadaşımın fotoğrafı

Bir arkadaşım yeni aldığı motosikletin resmini paylaşmış Facebook’ta. O resmin altına “Güle güle kullan; hep mutlu, hep keyifli zamanlarda inşallah” yazdım… Arkadaşım cevaben “Kazasız belasız olsun da başka bir şey istemiyorum” yazmış. Sonra onun başka arkadaşları ve kuzeni falan da “iyi dileklerini” bildirmişler… İstisnasız tüm fotoğraf altı yorumlarda “kazasız belasız” dileği söz konusu, HEPSİNDE!

Eh şimdi her bir “kazasız belasız” lafı için -biz farkında olsak da olmasak da- beynimiz bir projeksiyon yapıyor ve zihinde bir kaza bela görseli canlanıyor… Biraz önce okuduğunuz kelimeler siz isteseniz de istemeseniz de canınızı sıktı ya da içinizi rahatlattı. Bunu bilinçli olarak hissetmediniz, kelimelerin gücü bunu size hissettiren çünkü zihin o kelimeyle ilgili projeksiyonu otomatik olarak yapıyor.

Niyetimiz iyi olsa da olumsuz kelimelerle yapılan niyet olumsuz titreşmemize neden olur. Yani bizden çıkıp evrene yayılan enerji dalgasında biz hiç öyle demek istememiş olsak da “kaza bela” düşüncesi vardır.

Korkularımızı iyi niyetlerimizden ayırmanın iyi bir fikir olabileceğini, arkadaşımın bu fotoğrafı ve ona yapılan yorumlar yüzünden paylaşmak istedim. Deneyimle biliyorum ki; dilekler de niyetler kadar olumlu olursa hayatımız hep daha hayırlı bir yönde akıyor. Çünkü hayatımızı inşa eden kelimelerin gücü daima yanımızda... O gücü hayrımıza kullanmak, aklımıza tatsız şeyler getirmekten daha akıllıca olmaz mı sizce de?

Ağzımızdan çıkan kelimelerin olumlu olması çok önemli…
Zira onlarla şekilleniyor hayatımız.
İyi ve mutlu kalın.

Fotoğraf ScooTurk sitesinden alınmıştır.
http://www.scooturk.net/showthread.php?t=62

6 Nisan 2011 Çarşamba

Niyet etsen ne olur?

Ne olur hakikaten? Öncelikle negatif taraftan bakalım, zira seviyoruz her halta o taraftan bakmayı... Ne kaybederiz? İstediğimiz bir şeye sahip olmayı niyet etmenin nesi kötü olabilir? Gerçekten… Bir dakika durun ve düşünün çünkü ben düşündüm ve bulamadım… Belki sizin aklınıza bir şey gelir.


Yok değil mi? Kötü bir olaya neden olmuyoruz, kimsenin canını yakmıyoruz, insanların başına çorap örmüyor, işleri arap saçına çevirmiyoruz… Niyet etmekle hiçbir şey kaybetmeyeceğimizi netleştirdiğimize göre, “Niyet edersek ne olur?” sorusunu kurcalayalım biraz:

2002 yılıydı…

Patronlarını çok sevdiğim, kendi şirketimmiş gibi sahiplendiğim bir ajansta çalışıyordum… Patronlar da sevgi ve takdirlerini esirgemiyordu. Üstelik çok iyi anlaştığım bir art direktörle de ortaktık. Ama söz verilen terfi, bilemediğim sebeplerden dolayı geciktirilmişti… Bir afra bir tafra ayrıldım işten. Kenarda köşede öyle aman aman bir param olmamasına rağmen karar vermiş ve açık denize bırakmıştım kendimi.

İki arkadaşımla ortak bir ajans kurma girişiminde bulunduk ancak işler beklediğimiz gibi gitmedi ve altı ay sonra cebimde iki aylık kira artı biraz harçlıkla dımdızlak ortadaydım. Ufukta tek bir iş bile görünmüyordu. İki aylık kiramı peşin ödedim ve cebimdeki son birkaç lirayla inanılmaz “hesaplı” bir hayat yaşamaya başladım. Günde iki öğün ve genellikle tost yiyordum ama ailem dâhil kimselere bir şey çaktırmıyordum.

10 gün sonra panik başladı…
Ne yapacaktım? Param bitince ne olacaktı? Bir buçuk ay sonra ev sahibi kirayı isteyince ne diyecektim? Ya iş bulamazsam ne yapardım? Onca zaman, bunca emek boşa mı gidecekti? Acaba “free lance” iş mi kovalasaydım? Ajanslardaki tanıdıkları bir daha aramak işe yarar mıydı?
Onlar da bir âlemdi kardeşim!
Hani “yaralı parmağa işemez” diye bir laf vardır ya…
Hiçbirinden fayda gelmezdi!

Bir anda fark ettim: Enerjimi inanılmaz bir hızla düşürüvermiştim. Hemen yerimden kalktım, camı açtım… Mecidiyeköy, Ortaklar Caddesi’nin paralelinde bir sokakta, şehrin göbeğinde oturmama rağmen, pencerem şahane bir parka bakıyordu. Serin Ekim havasını tüm gücümle içime çektim… Birkaç defa. Sakinleştirdim kendimi ve kocaman gülümsedim. Kendi kendime dedim ki: “Ölmeyeceksin ya!.. En kısa sürede seni rahatlatacak bir durum çıkmak üzere seni bekliyor… Ve hemen ardından işin hazır, merak etme!”

Bu kadar kesin ve net… Rasyonel bakış açısıyla övünmeye bayılan sol beynim, bir taraftan saçmaladığımı söylese de onu susturup gülümsedim. Koşulsuz teslimiyet ve güvenden gelen bir rahatlık hâkimdi her şeyime. Nasıl olduğunu bilemesem de endişe, stres ve panik gitmişti.

Yapacak işim yoktu…

Param olmadığından dışarıda saatler de geçiremezdim… Bu durumun uzun zamandır toplanmayı bekleyen çalışma masamı ve dolaplarımı elden geçirmek için harika bir fırsat olduğunu fark ettim. Ertesi sabah kalkar kalkmaz kahvemi yaptım, internete girdim ve gazeteleri okudum… Faturasını henüz ödeyemediğim için, internetim yakında kesilecekti muhtemelen. “Kesilmeyecek” dedi içimdeki o rahat herif... O aralar büyük zevkle dinlediğim müzik türü “Psychedelic Trance” idi. Türün en iyi temsilcilerinden biri olan Astral Projection’un “Dancing Galaxy” albümünü koydum ve sesi kökleyip bir sürü kâğıdın/belgenin arasına attım kendimi…

Bir-iki saat geçmişti ki çekmecelerden birinde kapalı bir zarf buldum… Zarfın üstündeki logo; daha önce “free lance” tur operatörlüğü yaptığım bir turizm şirketine aitti. Üniversite yıllarında da reklâm sektöründe çalışıyordum ve bayramlarda dünyayı dolaşmak için bulduğum harika bir yoldu tur operatörlüğü. Birçok ülkeyi üstüne para kazanarak görmüş, birçok insanla tanışmış yepyeni kültürleri içinde yaşayarak tanımıştım. Uzun yıllar sürdürdüğüm bu yarı zamanlı iş sayesinde Mısır’ın ve İtalya’nın çok büyük bir bölümünü görme şansı bulmuştum.

Uzatmayayım… O zarfın üstünde o tanıdık logoyu gördüğüm anda içinde ne olduğunu biliyordum! Yine de zarfı kaldırıp ışığa tuttum ve içindeki ince dikdörtgen karaltıyı gördüm… Kalbim çarpmıyor, zıplıyordu. Çünkü dikdörtgenler Türk Lirası olamayacak kadar inceydi, bildiğin dolardı bunlar yahu! Ama kaç dolardı acaba?

Zarfı açsana be adam!
Haklısınız… Ben de aynen öyle yaptım. Zarfın içinden kim bilir hangi turun alışverişlerinden payıma düşen komisyon olarak tam 600 dolar vardı… O dönemki kiramın iki katından biraz daha az Türk Lirası’na tekabül ediyordu bu para. Dedim ki: “Oluyor!.. Aman Allah’ım, gerçekten oluyor!”

Ne kadar rahatladığımı ve üstümdeki “zaman daralıyor” baskısının nasıl da ortadan kalktığını tahmin edersiniz… Sadece 10 gün sonra art direktör bir arkadaşım aradı: Uluslar arası bir network ajansının ekip aradığını, ama eleman ilanı çıkmadıklarını ve tanıdıkları birileriyle çalışmak istediklerini, daha önce o ajansla çok iyi ilişkileri olduğu için kendisine teklif sunduklarını ve kendisiyle ekip olarak çalışmayı kabul edersem çok mutlu olacağını söyledi. İşte, iş de gelmişti!

“Şüphesiz bir niyet” vee… Voilà!

İçinde şüphe barındırmayan kesin ve net bir niyetin ne kadar çabuk gerçekleştiğini ilk fark edişimdi bu… Bunu bilinçsiz yaptığım için sol beyin olayı anlamlandırmaya, bir dahaki sefere neyi nasıl yapacağını hatırlamaya çalışıyordu… Çok sonra anladım ki bunu yapmanın tek yolu güçlü bir niyeti yollayıp, elindeki işe odaklanmaktı!

Gelelim 2011’e…

Bir hafta evvel üşüdüğümü fark etmeme rağmen tedbir almayarak muazzam bir akıllılık örneği gösterince, akşam on civarı şifayı kaptığımı anladım… Dökülüyordum, yorgan ve iki battaniye altına attım kendimi çünkü zangır zangır titriyordum…

Yorgana, battaniyelere ve kat kat giydiğim “sweat-shirt”lere rağmen titrememi engelleyemiyordum. Gerçekten hayatî bir durum olmadıkça ilaç almanın bize faydadan çok zarar verdiğine inanırım ben ama bu hayati bir durum gibi geliyordu bana ve o sırada -bırakın nöbetçi eczane aramayı- kafamı kaldıracak halim yoktu!

Hadi bi' daha!
Birini mi arasaydım? Yakındaki bir arkadaşımdan ilaç mı isteseydim? Ya gecenin ilerleyen saatlerinde daha da fenalaşırsam, o zaman ne yapacaktım? Ah salak kafa, evde her ihtimale karşı ilaç bulundursana! Üşürken oradan kalkmayanda kabahat… Ulan, bu üşütme değil de zehirlenme olmasın sakın?!

Sonra içerdeki o sakin herif “Bir müsaade et” dedi yine, “bir sakin ol da bir şey söyleyeceğim, dinle bak.” Dinlemeye başladım, benim ağzımdan konuştu: “Bir gün içinde, ilaç almadan, sadece dinlenerek ve dikkatli beslenerek iyileşiyorum.” Ve akabinde kendimi şifalı uykulara bıraktım. Salı öğlen 12’de kafamı kaldırabildiğimde çok daha iyi hissediyordum.

Sıvılaştırılmış meyve, çorba ve lifli zeytinyağlılar yedim sadece ve bütün gün yattım… Akşam da portakala-kiviye verip kendimi yatmadan önce de limonla balı sıcak suya katıp fondipledim. Sadece iki köpürücü (effervescent) aspirin ve bir adet Solgar Multivitamin 2000 takviyesi haricinde ilaç da almadım. Niyeti bildirmemden itibaren geçen yaklaşık 32 saatin de 22’sini uyuyarak geçirdim.

Aynen söylediğim gibi, neredeyse bir gün içinde, sadece dinlenerek ve dikkatli beslenerek, ilaç almadan iyileştim ve Çarşamba sabah erkenden cillop gibi kalktım…

Sözün özü sevgili dostlar, güçlü bir niyetin ardından şüphesiz bir güvenle konuyu kafanızda taşımayı bırakabilirseniz, gerisi kolay…

Demek ki “Niyet etsen ne olur”muş?
Niyetin gerçek olurmuş…
O yüzden saf, güçlü ve temiz niyetlerinize güvenmekten asla vazgeçmeyin!


Fotoğraflar: http://www.gettyimages.com/