21 Şubat 2011 Pazartesi

ELBETTE YAPABİLİRSİN!


Photo by "I AM MINE" - http://www.flickr.com/photos/cmt/30521296/
 Bundan 3 yıl önceydi… Annemi kaybedeli bir yıl olmuştu. Krize doğru yuvarlanan dünyada benim de işlerim pek iyi gitmiyor, bu da beni gerçekten kızdırıyordu. Etrafımdaki herkes her işi yanlış yapıyor, peşlerini toplamak ya da onların yanlışlarından doğan sonuçlara katlanmak bana düşüyordu. Allah kahretsin! Gerçekten kızgındım; ortaklarıma, babama, futbol oynadığım arkadaşlarıma… Hatta hayata! Hayata kızıyordum…

Şimdi o günlere baktığımda, tüm tecrübe ettiklerime içtenlikle müteşekkir olduğumu söylemeliyim…

Neyse, kısaca “Sıkıntılı bir dönemimdi” diyebiliriz… Çok sevdiğim bir arkadaşım, sağ olsun hep beni sosyal anlamda meşgul tutacak bir şeyler buluyordu. O olmasa evde televizyon karşısında hiçbir işe yaramayan, verimsizlik abidesi saatler geçirebilirdim.

Bir akşam evli arkadaşlarına giderken beni de davet etti. Eve girer girmez mutlu bir yere geldiğimi hissettim. Evin içindeki huzur neredeyse tutulacak kadar yoğundu. Çok güzel ağırlandık. Uzun zamandır içinde bulunmadığım kadar hoş bir sohbet ortamındaydım.

Eski arkadaş olan kızlar kendi aralarında konuşmaya başladıklarında yeni tanışan iki erkek baş başa kaldık… Böyle durumlarda konuşma başlatmanın çok incelikli bir sanat olduğuna inanırım. Geyik yapmamak, iki dakika sonra ne diyeceğini bilmeden birbirine bakmana neden olacak ipsiz sapsız bir şey söylememek önemlidir… Serdar bu işi harika yapıyordu ve sohbetin akışı içinde ne iş yaptığımıza geldi konu. Serdar, yaşam koçuydu.

“N’apıyorsunuz?.. Sabah koşuları falan mı?..” yavan esprisini yapıp sırıttığımı hatırlıyorum. Serdar alayı duymazlıktan geldi ve anlatmaya başladı:
“Öncelikle yanlış anlaşılma ihtimalini ortadan kaldıralım…
Koçluk; Terapi değildir, eğitim, felsefe ya da akıl yürütmek de değildir. İnanç, mentorluk veya psikolojik danışmanlık hiç değildir.”

“İnan bana anladım” deyip, hazır cevaplığım ve alaycılığımla gurur duyarak pis pis sırıttım. O da gülümsedi ve devam etti; “Koçluk, duygu değişimini farkındalıkla başartan, hayalleri hedeflere dönüştüren; duygu, düşünce ve davranış bütünlüğü getiren bir süreçtir: Başlangıcı, ortası ve ölçülebilir sonuçları vardır.”

“Ölçülebilir sonuçlar mı? Cidden mi?” diye çomakladım… “Elbette" dedi, "Danışanın belirlediği hedefin ölçülebilir olmasını sağlayacak metotlarımız var. Bu yüzden, dünyanın neredeyse tüm büyük şirketleri kurumsal koçluktan faydalanırlar.

Koçluğun tanımına dönecek olursak; “taşımak” anlamına gelen İngilizce “Coach” fiilinden geliyor. Yani koç, kişileri ya da kurumları bir noktadan diğerine taşıyandır. Danışanların (yani koçluk alanların), kendi kendilerinden ilham almalarını ve hedeflerine ulaşmalarını kolaylaştırır.” dedi.

Önyargılarım “NE SAÇMA!” diye haykırıyordu; “Ben pekâlâ tanımadığım bir adamın yardımına ihtiyaç duymadan da kendimden ilham alabilirdim! Bir de üstüne benim kendi hedeflerime ulaşmak için beni hiç tanımayan bu adamın, üstelik bir de para vererek, beni benden daha iyi okuyacağına güvenecektim, öyle mi? Peh !”

Bu düşüncelerimi lisan-ı münasiple söylediğimde Serdar gülümsedi ve “Belki de güven konusu üzerinde çalışman gerekir” dedi. Bir şeyler geveleyecek oldum ama O, hemen konuya döndü; “Koçluk sadece ve sadece güven üstüne kurulur. Eğer danışan ve koç arasında mutlak bir güven olmazsa ya da basitçe kimya uyuşmazsa koçluk mümkün değildir.” dedi. Ben bunları kafamda çevirirken O, uluslar arası sertifikaya sahip bir koçun birçok kez sınava tabi tutulduğundan ve ciddi şekilde performans takibinin yapıldığından bahsediyordu.

“Bir basketbol takımının koçunu düşün” dedi, “Basketi o atmaz, pas da vermez, ribaunt almakla hiç ilgisi yoktur, faul atışlarında da katkısı beklenmez… Ama o takımı ‘o takım’ yapan koçtur.”

Bu metafor da mantıklıydı... “Peki ne anlatıyorsun müşterilerine?!” dedim…
“Bir kere onlar müşteri değil, ‘danışan’lar” diye girdi söze, hemen kestim ve “Ama para alıyorsun sonuçta” diye üsteledim. “Elbette alıyorum” dedi “çünkü işlerine yarıyorum ve hedeflerine ulaşmalarında onlara destek oluyorum. Bunu da ciddi zaman, mesai ve para harcadığım koçluk eğitimi sayesinde yapıyorum. Üstelik bu eğitim ömür boyu sürüyor her gün kendime daha fazlasını katmak için okuyor, seminerlere katılıyor ve yeni teknikler öğrenmek için eğitimler alıyorum. Çünkü biliyorum ki; kendime kattığım her yeni bilgi danışanlarımın hedeflerine ulaşmaları yolunda, onlara daha fazla destek demek ve elbette böylesi bir hizmetin bir bedeli olmalı, değil mi?”
“Tamam, anlıyor ve hak veriyorum ama…” dedim, “onlara ‘müşteri’ demenin nesi yanlış?”
“Yanlış bir şey yok” dedi, “Sadece, onlar müşteri değiller!” yine gülümsedi ve açıkladı “‘Ne olursa olsun parasını verdiği sürece ben koçluk yaparım’ diye bir şey yok! Danışanın yapması gereken ödevleri var, onları yapmıyorsa koçun hiçbir faydası olamaz. Sırf bu sebepten 3. haftasında vedalaştığım birçok danışanım oldu.”

Bir açığını bulmak için canla başla çalışıyordum ama her konuda rasyonel ve ikna edici bir cevap geliyordu…
“Ne yani?” dedim, “Kişi koç ya da psikolog olmadan problemlerini çözemez mi?”
“Hadiseyi, gerçekte olduğu biçiminden hayli farklı şekilde değerlendiriyorsun” dedi.
“Öncelikle psikolog, mentor ya da danışman olmadığımızı söylediğimi hatırlatayım, sonra da şunun altını çizeyim: Biz problem de çözmüyoruz.”

Bu kısma döneceğim ama hemen o anda hayran kaldığım bir iletişim becerisine dikkatinizi çekmek istiyorum: Serdar –çok açıkça yanılıyor olmama rağmen, “Hadiseyi yanlış değerlendiriyorsun” demedi… “Yanılıyorsun” da demedi…  “Hadiseyi, gerçekte olduğu biçiminden hayli farklı şekilde değerlendiriyorsun” dedi. Yanıldığımı veya yanlış değerlendirdiğimi söyleseydi egomun ayağına basabilirdi ama basmadı ve böylece beni sohbetin içinde tuttu.

Yine etkilenmiştim. Önyargılarım realitenin duvarlarına çarpa çarpa dağılıyor, ilgim giderek artıyordu, “Problem çözmüyorsunuz da ne yapıyorsunuz peki?” dedim. “Problemler genellikle geçmişten kaynaklanır. Neden öyle oldu? Neden böyle oldu? Ne yapsaydık farklı olurdu? vb sorular koçluğun ilgi alanında değil, çünkü geçmiş koçluğu ilgilendirmiyor. Biz geçmişe, çok mecbursak ve sadece danışanla ilgili bilgi sahibi olmak için bakarız… Koçluğun asıl ilgi alanı gelecektir ve amaç danışanın o gelecekte, kendi belirleyeceği hedeflere ulaşmasıdır.” dedi.

İkna olmuştum… Ve işte bu sohbet sayesinde, kendi yolculuğuma çıkma, hedeflerimi belirleme ve onları gerçekleştirmek için stratejimi kurup harekete geçme fırsatını buldum. O çok kıymetli gecenin akabinde geçirdiğim 3 yılda yaşadığım tüm tecrübelere müteşekkirim çünkü bu olağanüstü öğrenme ve deneyim sürecinin sonunda, hayatım kökten değişti. Şimdi ben de bir yaşam koçuyum. Hayatlarının hedeflerini saptama ve onlara ulaşma konusunda kararlı insanlara, kendi seçtikleri bu yolculukta yoldaşlık yapmak gibi harika bir işim var: Sürekli öğrendiğim, birlikte çalıştığım insanla birlikte kazandığım, mutlu edip mutlu olduğum bir iş…

Ben, bana mutluluk, huzur ve güven veren bu hayata bir koç sayesinde ulaştım ve tanıdığım başka koçlar sayesinde hedeflerimi büyütme cesaretine sahip oldum… Siz de kendinizi, kendi hedeflerinize ulaşmanın harikalığını yaşamaya hazır hissediyorsanız, bir yaşam koçuyla tanışmanızın zamanı gelmiş demektir. Dilediğiniz tüm hedeflere tam da dilediğiniz anda ulaşmak için çalışmaya başlamanın tam zamanıdır! Dikkatle dinleyin, duyacaksınız… İçinizdeki ses hedefleriniz konusunda size daima aynı şeyi söylüyor: ELBETTE YAPABİLİRSİN, İSTE YETER!

11 Şubat 2011 Cuma

KUŞKULU BİR AŞK HİKAYESİ


Karnım acıkmıştı… Doğrusunu isterseniz kıvranıyordum da denilebilir. Kaç gündür ağzıma tek lokma bir şey koymamıştım ve donuyordum… Muhtemelen yaşanan en sert kışlardan biri hallaç pamuğu gibi atıyordu tüm şehri. Açlık bir tarafa, kelimenin tam anlamıyla donmak üzereydim ve karla kaplı şehrin ıssız sokaklarını arşınlamaktan ne bacağımda ne belimde derman kalmamıştı.


Şehrin kalburüstü mahallelerinden birinde bulunan büyük siteye bir yolunu bulup güvenliği atlatarak girmiştim. Ara sokaklarda ısınabileceğim bir yer arıyordum… Kimse yoktu, yapayalnızdım… Açlıktan olsa gerek, başım deniz kenarındaki lunaparkta dönen “Balerin” gibiydi! İnmek istiyordum ama Balerin durmuyordu… Ne kadar çabalasam da ayakta duracak gücü bulmam mümkün olmadı. Tökezleyip düştüm…


Yer buz gibiydi ama şaşılacak derecede hızlı bir şekilde sıcacık ve konforlu hissetmeye başlamıştım… Muhtemelen suratımda anlamsız bir sırıtmayla ölmek üzereydim. “Tanrım” dedim “yalvarırım bu salak ifadeyle ölmeme izin verme!” Gözlerim kararırken aklımdan geçen son şey annem oldu… Neredeydi acaba, bilmiyordum… Kim bilir belki… Belki de ölmüştü. Ne kadar zaman olmuştu görmeyeli? Annemi, doğduğum sokağı, arkadaşlarımı… Gerisi, karanlık.

“Lbrojskya tonor de duvaviç?”

Tonlaması soruyu andıran bu cümleyi asla unutmayacağım… Anlamını hâlâ bilmiyorum ama öldüğümü sandığım o soğuk sokaktan sonra gözlerimi açtığımda ilk gördüğüm şey olan o muhteşem gözlerin sahibi, güzeller güzeli kızın söylediği ilk şey buydu. “İlk bakışta”sını geçiniz, aşka inandığım söylenemez… Ama işte orada kızla karşı karşıyaydım ve tek kelimeyle vurulmuştum!

 

Gerçekten aptal gibi kıza bakakalmışken daha da beterini yapmayı başardım ve “Çok açım…” dedim. Kız neredeyse öpecek gibi üstüme eğilip eliyle yanağımı okşadı, gülümsedi ve kalkıp gözden kayboldu. Nereye geldiğimi, bu kızın kim olduğunu ve hatta evinin nasıl bir yer olduğunu delicesine merak ediyordum! Kızın peşinden gitmek, onu hiç yalnız bırakmamak istiyordum. Ama o fişek gibi gözler zihnime, kalbime ve ruhuma yaptığını bedenime yapamamış, onu da ateşleyememişti yazık ki. Üstümden kamyon geçmiş gibi hissediyordum. Kız beni nasıl içeri almıştı bilmiyorum ama yumuşacık bir battaniye beni sıcacık tutuyordu. Açlığıma rağmen yeniden uykuya dalmaya engel olamadım…

Uyandığımda her yer karanlıktı… Önce gerçekten çok korktum; yine yalnız, yine çaresiz, yine bedbaht kaldım sandım. Ama sonra yumuşak battaniyeyi tüm vücudumla hissedince rahatladım, hala evimde, güvendeydim.

Evim mi dedim?! Tuhaf… Doğru düzgün bir evin olmayınca ilk evi kendi evin gibi benimseyebiliyormuşsun demek ki. Peki karnım da doyacak mıydı acaba bu “evim” gibi hissettiğim mekânda? Gerindim, uyumak harika gelmişti. Etrafa bakınıyordum ki; yattığım yerin başucundaki tabağa ilişti gözüm. Benim için yiyecek bir şeyler bırakmıştı güzellik abidesi ev sahibem. Beni uyandırmamış, kim bilir, belki de yatıp uyumuştu… Ne düşünceliydi ya Rabb’im! Kurt gibi saldırdım yemeklere.

Futbol Maçı

Karnım doyar doymaz yine uykum geldi… Gerçekten zor zamanlar geçirmiştim ve vücut sınırsız bir dinlenme ihtiyacındaydı, o muhteşem battaniyeye uzandım... Gözlerim tam kapanıyordu ki içeriden inanılmaz bir gürültü koptu… Belli kalabalık bir ekip futbol maçı izliyordu. Uykum vardı ama bu kez ağır basan merakımı gidermeyi deneyecek kadar gücüm de vardı.


Odanın kapısını araladım, küçük tedirgin adımlarla salona doğru ilerledim. Yanılmamıştım dev gibi 2 herif, aşkım ve bir başka kız TV’de futbol izliyorlardı… Ve ne yazık ki aşkım o hayvan gibi heriflerden biriyle fazla samimiydi. Ve harbiden çok sinir oldum! O sırada başka bir kurt düştü içime: “Kuşku inancı başından savar” derler ya, bir anda bu aşkın karşılıklı olduğuna dair inancım sarsılıverdi… Benim ona çarpıldığım gibi bana çarpılmamış olabilirdi. Sizi bilemem ama, o bir çift göz bana sevgiyle bakmazsa bu benim için hayatı katlanılmaz yapmaya yeterdi.

“Çabuk sahiplendiğimi” söyleyebilirsiniz ve belki de haklısınız ama gerçekten elimden gelse, sevdiğimin belini saran kalas gibi kola sahip bu herifin ağzını yüzünü paralamaktan büyük keyif alabilirdim. Ancak problem bana göre fazla iri olmasıydı… Şimdilik uslu durmaya karar verdim.

Kuşkular dağılsın!

Benim aklımdan bunlar geçerken; dev gibi herifler ve kızlar bana acayip tezahüratlarla sevgi gösterisinde bulunmaya başladılar…
- “Lukujubra toki nerrim!..”
- “Lovyiki doncri lodok…”
- Zjyutskivra glibokam torodet!
- Haa haa hahahahahaha!”

Ben de sizin gibi hiçbir halt anlamamıştım!.. Çok açık bir biçimde bana hitaben bağıra çağıra ve tuhaf sesler çıkararak, anlamadığım şeyler söyleyip kahkahalarla gülen insanlar tarafından bir eve kapatılmıştım. Birden bire panik atak başladı... Kurtulmalıydım buradan! Derhal kapıları kontrol etmeye başladım… Delirmiş gibiydim. Hepsi şaşkınlıkla beni izliyorlardı... Birden aradığımı buldum: Kapılardan bir tanesi diğerlerinden farklıydı, muhtemelen dışarı açılan kapı buydu ancak tuhaf olan; bu kapıyı açmak için ne yapmam gerektiğini bilemiyordum. Daha önce gördüğüm kapılara benzemiyordu. “Bu evlerin içi böyleymiş demek ki” diye düşündüğümü hatırlıyorum.

Yine de en kısa zamanda buradan sıvışma isteğiyle yanıp tutuşuyordum… O sırada hayatımın ilk ve tek aşkı gözlerimin ta içine baktı, birden sakinleştim... Gülümseyerek koltukta yanındaki boşluğa davetkâr bir şekilde “pat pat” vurdu. Sokakta bulduğu ve kaçacak kadar tedirgin olmuş bir yabancıya bu kadar tatlı, huzur veren, samimi ve içten bir daveti kim yapabilirdi ki?.. Belki bir melek! Beni donmaktan ya da açlıktan ölmek üzereyken kurtaran bu kadın melek miydi bilemem ama bir melaike olduğu kesin! Ne yapabilirdim ki, elbette yanına gidip oturacaktım… Peki bu herif n'olacaktı?!

İti an, çomağı hazırla!.. Tam ne yapacağımı düşünürken, öküz kızın yanından kalktı. Önündeki şişeleri tek eliyle topladı, yanımdan geçerken boştaki eliyle başımı karıştırır gibi okşadı… Ne len bu! Sanki küçük yeğeninin başını okşuyor… Tiksinmiştim heriften! Kafayı hızlıca çekip hıyarın pis ellerinden kurtardım kendimi. Arkadaşları hep bir ağızdan “OOOOOOOO!! NULAK JOYNSKE TUAALOO!” diye bağırıp gülüştüler yine… Anlayamadığım bu sözlere, pis ellerini bana sürme cüretini gösteren öküz de gülüyordu…

Delleniyorum ve durum açıklığa kavuşuyor

“N’OLUYO LAAAAN!.. NECE KONUŞUYOSUNUZ, NE DİYOSUNUZ?!” diye bağırdım sesim yettiğince. Yemin ediyorum odaya uzaylı ışınlanmış gibi oldu… Bir an için hepsi sessizleştiler! Süt dökmüş kedi gibiydi hepsi! Ama… Ama sonra birbirlerine bakıp yine gülmeye başladılar… GERİ ZEKÂLILAR!

Güzel gözlüm hariç… Yüzünde sıcacık bir gülümsemeyle yerinden kaktı, yanıma kadar geldi, başımı okşadı (o denyo gibi değil, sevgiyle okşadı), kucağına aldı beni ve yine gözlerimin içine baktı… Burnuma dokundu ve bütün yüzüyle gülümseyip, yumuşacık sesiyle konuştu:
“Aah aşkım benim sinirlenir miymiş kendisine gülünmesine?..”

Sonra da yanağımdan öptü. Sevdiğim kadın nihayet anladığım dilde konuşuyordu, üstelik bana aşkım diye hitap ediyordu… Büyük bir keyifle mırıldanarak cevap verdim: “Miyaaoouw”...

Sonra da söz verdim kendime: Onu hayatım boyunca sevicem...


Kuzen Sinan'a yaptığı şakayla verdiği ilham için teşekkürler. :)
2. Fotoğraf: Kişisel Arşiv (Göksu Evleri'nde Kar)
3 ve 4. fotoğraflar: http://www.gettyimages.com/
5. Fotoğraf: Kişisel Arşiv (Jedi)