25 Mart 2010 Perşembe

Salak!

Bir reklam ajansında çalışıyordu… Sittin senedir sektördeydi ve nihayet hak ettiği yerdeydi. En önemli network ajanslarından birinin İstanbul ofisinde ajans başkanı olmak kolay olmamıştı. Ama zehir gibi bir kadındı ve kendisini çok takdir ediyordu… Reklâmda kadının meta olarak kullanılıp kullanılmaması üzerine tartışmaların yapıldığı 80’li yıllarda büyümüş ve reklâm ajansında kadının “meta” olarak kullanıldığı 90’lı yılların ikinci yarısında da sektöre girmişti. Sık sık düşünürdü “Nerden nereye” diye… İlk çalıştığı ajansı hatırladı.

“Müşteri İlişkileri ajansın vitrinidir” ahkâmını kesen patronu, o vitrinde neden hiç erkek olmadığını da pervasızca şöyle açıklıyordu: “Müşteri kesimindeki muhataplarımızın tamamı erkek, Gül… Onları etkileyecek bir vitrinde başka bir erkeğe ihtiyacımız yok.”

Herkesin bunu -çok normalmiş gibi- sükûnetle karşılamasına acayip şaşırmıştı Gül. Kenar mahallede, son derece muhafazakâr bir ailenin, 3 ağabeyden sonra tek küçük kızı olarak falan büyümemişti, hayır! Bilâkis; kimisine olağanüstü gelebilecek derecede özgür yetişmişti. Yurt dışında okuduğu yıllarda UNICEF için gönüllü olarak çalışmıştı. Bu sayede sadece Avrupa değil, Afrika ve Vietnam’ı da görmüştü. Normal bir insanın hayatında tanıyamayacağı kadar çok ve çeşitli kültürlerden insanlarla tanışmış, çalışmış ve birlikte vakit geçirmişti. Bir süre Londra’da yaşamıştı. Ayrıca iş cinselliğe gelince de, eline su dökecek hatun az bulunurdu. Zaten tüm bu sebeplerden dolayı anlayamıyordu bu salaklığı.

Patronuna bir e-posta yazdı:
“Caner Bey,

Eğer bir ajans belirlediği stratejiye, yarattığı kampanyaya, kurmayı planladığı iletişimin biçimine güvenemiyorsa ve işlerini sadece güzel ve havalı kadınlarla satabileceğine inanıyorsa; ona nasıl reklâm ajansı denilebilir, söyler misiniz?

Usturuplu kelimelerle yaptığınız “ajans vitrini” açıklamasının alt metnini siz de benim kadar iyi biliyorsunuz: “Sizi müşterinin karşısına potansiyel fahişeler olarak çıkartıyorum. Onları sizin bacaklarınız ve göğüs dekoltelerinizle etkileyebiliriz ancak, işimizle değil” diyorsunuz aslında… Utanmadan!

Ben İşletme okuduktan sonra, üzerine İletişim Sanatları mastırı ve Sosyoloji doktorasını, bacaklarımı açmak için yapmadım. Bu şartlar altında, bu çatı altında çalışabilmem mümkün değil. İstifamın kabulünü arz ederim.”

Öyle ya da böyle kadının meta olarak kullanılmasından nefret ediyordu ve bu istifa hadisesi, arkadaşlarını bunaltana kadar övünerek anlattığı “girl power” kahramanlık efsanesiydi onun. Arkadaşları bunalırken çok sular akmıştı elbette köprünün altından. Kadının böylesi saçma sapan, yapıştırma yakıştırmalarla aşağılandığı zamanlar bitmişti.

Devir kadınların devriydi artık! “Makyaj ve alışverişle ilgili her şeyi bilen ama işten zerre kadar anlamayan kevaşeler”le reklâm verene iş kabul ettirme dönemi bitmişti. Ya da başka bir deyişle salak erkeklerin; işin stratejisine, içeriğine ve işlevine önem vermeksizin, kadın görünce ağzının suyu akan abazan reklâm verenlere “verecekmiş” gibi bakan kızlar yollama kolaycılıklarının zamanı geçmişti… Çünkü bacaktı, memeydi “yemeyen”, kendisi gibi “zehir” hatunlar çalışıyordu reklâm veren yöneticileri arasında şimdi. Bilgi, sıkı çalışma ve zekâ tavlıyordu müşteriyi, bir çift meme değil. İşin kolay yolu yoktu çünkü kural koyucular arasında en az erkekler kadar kadınlar da vardı artık…

O, boğazdan eski İstanbul’a kadar neredeyse tüm İstanbul’u gören geniş ve aydınlık ofisinde bunları düşünürken kapı çaldı. Gül “gel” dedi… Ajansın yakışıklı yaratıcı yönetmeni Mustafa, yanında sanat yönetmeni Funda ve reklâm yazarı Turhan’la birlikte içeri girdi. Mustafa yakışıklıydı ama bir o kadar da rahatsız ediciydi. Direkt oturdu, bacak bacak üstüne attı, bir sigara yaktı… Gül nefret ederdi sigaradan. Bu domuz Mustafa da bile bile her seferinde sigara yakardı, odaya girer girmez… Daha önce bin defa tartıştıkları için sigara yasağı mevzusunu açmadı bile, iç çekip gözlerini devirerek Mustafa’ya baktı.

Sitem dolu bakışları görmezden gelip “Motosiklet işi bitti” dedi Mustafa. Sigarasından derin derin çekip de üflediği duman, Gül’ün akşamüstü güneşiyle yıkanmış odasının steril havasında dans etti. Mustafa’nın “motosiklet işi” dediği, Türkiye pazarına yeni giren bir motosiklet markasının, çekilmiş özgün fotoğraflarıyla “ses getirecek” bir takvim talebiydi… Gül, fikri merak ederken, yerine iyice bir yerleşip, klasik dinleme pozisyonunu aldı. Mustafa girişi yaptı: “Çocuklar anlatacak… Müşteriyi de kesecek hadise, ajansa da şöhret katacak… Dinleyince anlayacaksın… Turhan, öksür bakalım!”

Bir de bu vardı… “Müşteriyi kesecek…”, “Turhan öksür…” Tuhaf tuhaf argo kelimelerle etkileyici olmaya çalışan bir salaktı aslında yakışıklı Mustafa! Hoş… Düşününce, bir biçimde etkileyici oluyordu da aslında... Ya da bir saniye… Oluyor muydu hakikaten?

Gül, Turhan’ın söze başlamadan önce boğazını temizlemek için gerçekten öksürmesine gülmemek için zor tuttu kendini: Motosiklet’in üstünde yarı-çıplak porno yıldızları seksi pozlar vereceklerdi. Tıpkı motosikletle sevişiyor gibi olacaklardı… Son derece tahrik edici olacaktı ama agresif olmayacaktı… Sanat Yönetmeni Funda’nın deyimiyle, “ahlâk polisi” gibi davrananlar bile bakabileceklerdi… Pornografiden değil, erotizmden söz ediyorlardı.

“Neden porno yıldızları” dedi Gül…

“Çünkü” dedi Turhan, “Çok seksiler… Üstelik hedef kitlemiz erkekler. Ve porno izlemiyorlarsa bile Jenna Jameson, Kobe Tai gibi isimleri seksi bulmayacak bir tane bile erkek bulamazsın.”

Mustafa girdi söze; “Kaldı ki tanıyanlar açısından gerçekten olay yaratacak bir şey olur bu. Tüm dünyada konuşulacak bir iletişim faaliyetinden söz ediyoruz… İnsanlar inanamayacaklar bu hatunların takvimde yer aldığına… Ayrıca ilk etapta, basit bir pazarlama taktiğiyle bu takvimlerin ‘zor bulunmasını’ sağlayacağız… Herkes takvimlerimizi arayacak, herkes bizi konuşacak!”
Pis pis sırıttı…

Gül, “Jenna Jameson kim?”, “Kobe ne?” gibi kafasında dönen soruları sormaya utandı… Mustafa bunları öyle kolay söylemişti ki, bahsi geçen isimleri bilmemek ayıpmış gibi hissetmişti. “Hmmm…” dedi sormak yerine; “Kaça patlar bu iş?”

Gül, yaratıcı ekip odayı terk ederken onlara teşekkür edip takvim konseptini müşteriye sunulacak şekilde hazırlamalarını söyledi. Sonra telefonu kaldırıp, asistanını aradı: “Derhal prodüksiyon departmanına söyle, yarım saate, tam kadro odamda olsunlar, Mustafa da gelsin…” İş kafasına yatmıştı, kaça patlayacağının tespiti için prodüktörün biraz mesai yapması gerekecekti…

Sonra toplantıdan önce, efsanevi istifasıyla ilgili hatırladıkları geldi aklına… Gül’den bağımsız konuştu kafasındaki ses: “Porno yıldızı kadınları kullanmak ha?.. Ne salakça bir karar verdin, di mi Gül?”

Telefon çaldı, Mustafa bu akşam müsait olduğunu ve isterse akşam gelebileceğini söyledi. Kafasında ki ses “Salak!” diye haykırırken, o “Olur” dedi.

15 Mart 2010 Pazartesi

Tamsın

Tam sınırdayım…
Tam sınır neresi tam olarak bilmemekle beraber…
Oturmuş bir şeyler içiyoruz.
Tam sınır neresi tam olarak bilmemek pat diye eskilerden açıyor sözü önüme.
Konuşmak istemediğim için önümdeki söze göz atıyorum…
Eskilerden sözlere bakarken kararıyor gözlerim.
Karanlığın içinden çıkıyorlar bir bir karşıma görmek istemediklerim.

Konuşmak istemediğim sözler, görmek istemediklerimi yığdıkça önüme,
Hissediyorum; tam sınırdayım…
Tam sınır neresi bilmemekle beraber…
Seviyor gibiyim sanki bu bilmeme halini…
“Biliyorum” diyene “Ne biliyorsun?” demeyi sevdiğim gibi.
Tam sınır neresi tam olarak bilmemek, “Sevgi ne?” diyor,
“Sevmek ne demek bilmezsen, ne biliyorsun sevdiğini?”
“Haklısın” diyorum…
“Hak verilmez, alınır” diyenlere inat
ne derlerse desinler herkese hak veriyorum,
Aslında rahat bıraksınlar istiyorum…
Bırakmıyorlar.

Rahat bırakılmayan, herkesi haklı bulan çokça haksız

ve oldukça rahatsız bir adam olarak bakıyorum aynaya…
Gözlerimin içinde görüyorum; kendini haksız bulmanın kendine haksızlık olduğunu.
Bir kıvılcım çakıyor kafamda, işte bu!
Ağır ağır, yavaştan da yavaş, haklı bulduklarıma çaktırmadan, çıldırıyorum.
Zaten o anda fark ediyorum; tam sınırdayım…
Ama daha önceden de farkında değil miydim?
Zamanı kaybediyorum.
Tam sınır neresi bilmemekle beraber...

Zamansızlığın ortasında yalnız kalıyorum, aslında hep yalnızım, anlıyorum…
“Tam sınır, zamansızlığın ortasında yalnızlık” diye düşünüyorum.
Ben mi düşünüyorum?
Yoksa düşünen beni mi gözlüyorum?
Beni gözlüyorsam eğer...

Gözlediğim ben kim, Ben kimim?

Tam sınırdayım, görüyorum
Zamansızlığın ortasında, yavaştan da yavaş, ağır ağır çıldırıyorum.
Tam sınırdayım...
Bir yerlere varmaya uğraşmaktan da
Hedeflere ulaşmayı beklemekten de sıkılıyorum…
Onu bunu tamlamaya çalıştıkça eksiliyorum…
Tam o sırada seni görüyorum…
Aynanın ötesinde, göz bebeklerimin içinde…

Sen Tamsın biliyorum.
Tam sınırda, seni düşünüyorum.

14. 03. 2010 Pazar