27 Ocak 2012 Cuma

“Ölecek miyim doktor?” diye sordu… “Evet” dedi doktor, “Bunu bir ara hepimiz yapacağız!”



Konumuzun ölümle de doktorla da ilgisi yok. Bana hep saçma gelen başlığın ilk kısmındaki bu sorunun muhatabı doktor ben olsaydım, başlığın ikinci kısmındaki cevabı vermeyi çok isterdim. Çünkü gerçek bu…

İçinde büyüyüp yetiştiğimiz küresel toplumun büyük bir bölümünde eğitimden iş hayatına kadar her alanda “Eyvah!”larla yaşıyoruz:
Eyvah! Ya annem/babam kızarsa…
Eyvah! Ya sınavda kötü not alırsam…
Eyvah! Ya yalnız kalırsam…
Eyvah! Ya başarısız olursam…
Eyvah! Ya birini/bir şeyi kaybedersem…
Eyvah! Ya parasız kalırsam…

Bir de üstüne hayatın güçlenmemiz için karşımıza çıkardığı engelleri ilk denememizde aşamamışsak bu derinlerde sinsice bekleyen tuhaf düşünce güçlenerek korkularla yaşamamıza yardım(!) ediyor.


Bayılıyoruz yaşantımızdan dramlar çıkarıp başrollere soyunmaya!
İçinizde bir sıkıntı var ama nedenini bilmiyorsunuz…
Ya da belki de sıkıntının nedenini biliyorsunuzdur:
Vadesi gelmiş borçlar…
Ödenmesi gereken maaşlar…
Yatırım için gerekli kaynak…
Bir türlü takım gibi çalışamayan bir ekip…
Aldığınız kötü not…
Bir yakının kaybı…
Hastalık…
Çocuğunuzun öğretmeninden gelen şikâyet…
Terk etmiş bir sevgili…
Tuttuğunuz takımın yenilgisi…

Sihirli bir dokunuş
Canımızı sıkacak ne çok şeyimiz var değil mi hayatta? Hayatımızın her anında!
Sıkıntıya sayısız sebep bulmamıza rağmen -örneğin maskaralık yapan bir hayvan yavrusu bütün o sıkıntıları alıp götürüverebiliyor! Sıkıntı ne olursa olsun… Sihir gibi… Bir anda!


Sahi, ne oluyor da saniye dahi geçmeden o kedi ya da köpek yavrusu, çeşidi ne olursa olsun bütün bir sıkıntıyı (kısa bir süreliğine de olsa) “ŞAAK!” diye kesebiliyor?

Sadece yavru hayvanlar mı? Elbette değil: Oldukça sıkıntılı, üzücü, zorlayıcı ve dolayısıyla yorucu zamanlarım var geçmişte yaşadığım. Hepimizin olduğu gibi… O zamanları anımsıyorum da; tüm sıkıntıları tamamen aklımdan çıkardığım ikişer saat vardı her hafta: Halı sahada top oynadığım çarşamba geceleri ve pazar sabahları.

Bir saat boyunca ne hastalıklar, ne kayıplar, ne sınavlar, ne iş ne de ilişki sorunları… Her şey ama her şey aklımdan çıkar giderdi: Sahadaki topu takım arkadaşlarımla birlikte karşı kalenin içine sokmaktan başka şey düşünmezdim. Al sana meditasyon, al sana terapi… Özü ne? “Anda kalmak”, bir başka deyişle düşüncelerinizi ve ruh halinizi bilinçli bir biçimde yeniden düzenlemek…

Öğrendiklerinizi unutun!
Bunun zor olduğu öğretildi bize… Çözülmesi gereken sorunlar, yetiştirilmesi gereken işler, gönlü alınması gereken sevgililer, destek isteyen bedbahtlar varken kediyle, köpekle, topla oynamanın sırası mıydı? Evde hasta bekleyen biri varken ne hakla baharda tatlı meltem eşliğinde deniz üstünde batan güneşin keyfini çıkarabilirdi ki insan?

Bize öğretilen sorumluluk bilinci kendimiz hariç herkesi ve her şeyi kapsıyordu… Üstelik kurban rolü oynarsak ilgi alaka çekip, el âlemin enerjisini de vantuzlayabiliyorduk. Bize öğretilmeyen tek şey kendi içimizde kullanılmayı bekleyen o sonsuz enerji potansiyelinin varlığıydı.


Artık uyanmaya ne dersiniz?
Kendinizi kötü hissettiğiniz bir ruh halinde çok uzun süre kalmamayı alışkanlık haline getirin. Böyle bir durumda her ne yapıyorsanız durmak, "kendinizi yakalamak" (sürekli depresif düşüncelerle kendinizi zehirlediğinizi fark etmek) ve derhal düşüncelerinizi berraklaştırmak önemlidir. Kötü hissettiğiniz her an hatırlayın: Nasıl hissedeceğinize sadece ama SADECE SİZ KARAR VERİYORSUNUZ.

İşler ters mi gidiyor? Sevgili mi terk etti? Hastalandınız mı? Yakın birinin kaybı mı söz konusu? Tüm “Eyvah!”ları kafanızdan atın; onun yerine enerjinizi şu tip soruların cevaplarını bulmaya ayırın:
Bu durumdan çıkmak için ne yapabilirim?
Kimlerden yardım isteyebilirim?
Alternatif yollar neler?
Şimdi ne olsaydı ruh halim tamamıyla değişirdi?
Şu anda hissettiğim gibi hissetmemek için neye ihtiyacım var?
Hemen şimdi ruh halimi yükseltmem ne yaparsam mümkün?

Nasıl hissettiğinizin nasıl düşündüğünüzle doğrudan ilişkili olduğunu hep anımsayın!

Konuyla ilgili farklı detaylar için şu yazılara da bakabilirsiniz:

18 Ocak 2012 Çarşamba

Aslında biliyorsunuz…



“HİÇBİR ŞEY GÖRMÜYORUM!” diye bağırdı Duygu… Etrafında vızıldayıp duran mermileri, koşuşturan ayak seslerini, bağırışları, deli gibi yağan yağmuru; hepsini duyuyordu ama göremiyordu işte!

Diğerleriyle iletişimini sağlayan kulaklığından sakince “Sakin ol…” dedi Beyazıt, “Görkem giriyor devreye.” Sonra Görkem’e seslendi. “Görkem, Duygu’nun bulunduğu alan görüş açında mı?” Görkem’in kulaklıktan gelen metalik sesi, etraflarını saran onca arbedeye rağmen insana neredeyse huzur veriyordu: “Duygu, Tutku, Burhan ve Dilşat… Hepsini ve gördüklerini ekranlardan takip ediyorum… Sorun yok. Tamam.” Beyazıt ekibe sordu: “Takım Alfa; görüşü sınırlı başka kimse var mı? Rütbe sırasıyla cevaplayın. Tamam.”

Cevaplar pek de iç açıcı değildi:
Tutku:
“Bastığım yerin de tutunduğum dalın da farkındayım ama kör olmuş gibiyim. Nasıl bir zifiri karanlık bu be?!”
Burhan:
“Bu lanet yerdeki bütün pisliğin kokusu genzimde ama ben de bir şey görmüyorum.”
Dilşat:
“Ah! Pisliğin kokusu ha… Şanslısın moruk, ben o pisliği tattım maalesef ve bu tadı unutmak için kafamı koparmam gerekecek!.. Takım lideri Beyazıt, görüş bende de negatif. Tamam.”

Beyazıt’ın Görkem’e verdiği talimat kesindi: “Görkem Takım Alfa’nın gözü bu andan itibaren sensin. Zor olduğunu biliyorum ama hadisenin böyle gelişeceğini hepimiz tahmin ediyorduk. Tek tek herkese etraflarında olan biteni anlatıp güvenli bölgeye yönlendireceksin…”
Görkem yutkundu; “Hepsine aynı anda mı?” diyebildi… Beyazıt sertçe üsteledi: “Vaktimiz yok Görkem; hemen!”

Görkem, Beyazıt’ı ikiletmedi… Makul bir komutandı ama tersi de tersti hani… Makineli tüfek gibi konuşmaya başladı:
“Duygu, önün boş ama sağdan soldan yaklaşan çok sayıda hareket algılıyorum. Sadece beni dinle; hızlı hareket edersen seni oradan çıkarabilirim. Dediklerimi aynen yap, hazır mısın?”
Duygu:
“Dalga mı geçiyorsun? Hayatımda hiç bu kadar hazırlıksız ama bu denli istekli olmamıştım. Konuş!”
Görkem:
“Koşmaya başla, şimdi! Adımlarını say 25 adım sonra 45 derece sağına yönel Duyduklarını tanımla. Tamam.”
“Dilşat, bulunduğun yere çömel ve ben söylemeden kıpırdama… Pisliğin tadını anlatmak istersen dinlerim.”
Dilşat:
“Bir parça da sana getireyim tat istersen. Çömeldim bekliyorum tamam.”
Duygu:
“Allah kahretsin! Herifler her yerde, duyuyor musunuz? Ciddi bir saldırı planlıyorlar. Komutanım savunma birliklerini giriş kapılarına sevk etmenizi öneriyorum. Tamam”
Beyazıt:
“Anlaşıldı Duygu, birlikler yolda… Sen hemen çıkar kendini oradan!”
Görkem:
“Tutku, bulunduğun yer yüksek ve ters bir adım da tepetaklak yuvarlanabilirsin… Hemen tependen belirli aralıklarla sıralanmış dallar var… Nerdeyse simetrik. Onlara tutunarak olabildiğince hızlı ilerle, diğerine tutunmadan tuttuğun dalı bırakma.”
Tutku:
“Görmediğim bir şeye nasıl tutunacağım be?!..”
Görkem:
“Güven bana çok kolay olacak… Sağ elinle başla.”
Tutku:
“Ama…”
Görkem:
“Tutku, ŞİMDİ!”
Tutku elini karanlıkta boşluğa doğru sallar… Görkem haklıdır, dalı tutmuştur ama dal yapış yapış bir şeyle kaplıdır.
Tutku:
“Tuhaf bir sıvı var bu dallarda, bulaşıcı olabilir. Komutanım, sterilizasyon ekibini hazırlayın bu tuhaf maddeyi yuvaya getirmek istemem!”
Beyazıt:
“Anlaşıldı. Sen derhal buraya varmaya bak, ekip hazır!”
Görkem:
“Burhan en rahat senin pozisyonun, önün açık… Koku algının gücüne güven, sana en yakın girişten takip edebileceğin bir koku basıyorum şimdi…”
Burhan:
“Hmmm… Şeftali ha! Kokuyu takip ediyorum Görkem, harikasın… Yalnız buradaki leş kokusuyla kombinasyonundan sonra bir daha şeftali yiyebileceğimi sanmıyorum!”
Beyazıt:
“Ağlaşmayı yüz yüze yaparsınız kızlar… KALDIRIN ŞİMDİ KIÇINIZI!”
Duygu:
“GÖRKEM… HERİFLERİN NEFESLERİNİ ENSEMDE DUYUYORUM… 25 ADIM ve 45 DERECE SAĞ, TAMAM… ŞİMDİ NE?”
Görkem:
“Sakin ol… Koşmaya devam et, 40 adım sonra Dilşat’ın yanına varıyorsun… Dilşat hazır ol ve ben söylediğim anda kalk ve Duygu’la birlikte uzun bir atlayış yapmaya hazırlan… Düşüşünüz biraz sert olacak ama yazık ki sizi başka türlü içeri alamam!”
Dilşat:
“Düşüş mü? Ne düşüşü?..”
Görkem:
“Sen dediğimi yap yeter!.. Tutku harika gidiyorsun, sol elinle tutacağın dördüncü daldan sonra kendini yukarı çek. Ağaçların tepesine çıkmış olacaksın, sarkıttığım kancaya tutun, yukarı çekeceğim. Sterilizasyon ekibi bekliyor”
Tutku:
“Anlaşıldı.”
Beyazıt:
“Duygu çabuk ol… Savunma birlikleri birazdan orayı cehenneme çevirecekler, Dilşat’la birlikte 20 saniyeniz var.”
Duygu (nefes nefese):
“Allah kahretsin!.. Allah kahretsin!.. Allah kahretsin!..”
Görkem:
“Dilşat ayağa kalk ve 90 derece sağına dön… Birkaç saniye içinde Duygu da yanında olacak ‘Şimdi’ dediğimde ikiniz de toplamda 3 büyük adım atıp olanca gücünüzle sıçrayacaksınız.”
Dilşat:
“Allah’ım ne b.ktan iş!”
Burhan koşarken bir yere çarpar ve düşer…
Burhan:
“Hay içine tüküreyim! Neye çarptım Görkem?”
Görkem (elinde olmadan gördüğü çarpma-düşme sahnesine kıkırdar):
“Pardon be Burhan yetişemedim… Kapıdasın, açıyorum.”
Burhan önünde açılan kapıdan içeri atar kendini: “BURNUMU KIRDIM SAYENDE AMA İÇERDEYİM!.. Çok şükür Allah’ım… Çok şükür Allah’ım!”
Görkem:
“Dilşat, Duygu… ŞİMDİ!”


Dilşat ve Duygu görmedikleri arazide Görkem’e güvenip atabildiklerince büyük 3 adım atarlar ve olanca güçleriyle sıçrarlar… Düşüşleri kısa olsa da onlara saatler gibi gelir. Ayakları yere değer değmez; defalarca tekrarladıkları eğitimden alışkanlıkla hemen yuvarlanırlar ve ayaklanıp önlerinde açılan kapıdan içeri girerler.

Görkem:
“Tutku, ağaçların üstündesin. Yaktığım projektörün altından sarkıttığım kancaya tutun… Sterilizasyon işleminden sonra seni de içeri alıyoruz.”
Derin bir nefes alıp olanca gücüyle verir, gözlerini ovuşturur. Tekrar mikrofona konuşur.
“Komutan’ım görev tamamlandı. Takım Alfa yuvada!”
Beyazıt:
“Hoş geldiniz çocuklar… Alarmı kapatın, tatbikat tamamlandı. Takım Alfa gerçek bir takım gibi davrandı.”

*          *          *          *          *          *          *          *          *          *          *          *          *

“Görkem” yerine görmeyi ya da gözü,
“Tutku” yerine dokunmayı,
“Duygu” yerine duymayı veya kulağı,
“Dilşat” yerine tatmayı yahut dili ve
“Burhan” yerine de koklamayı ya da burnu koyabilirsiniz…
“Beyazıt” da bu durum da beyin oluyor.
“Savunma Birlikleri”ne antikor,
“Sterilizasyon Ekibi”ne de bağışıklık sistemi diyebiliriz.

Yukarıdaki bu tuhaf belki de biraz karikatürize hikâyeyi vücudumuz her an yaşıyor… HER AN! Bu da demektir ki; aslında takım olmanın ne demek olduğunu ta genlerimizin şifrelerinde biliyoruz. DNA’larımıza işlenmiş bu!..
Zaten bildiğimiz bu olguyu iş hayatına geçirmek için ne gerekiyor peki?


1.) Ortak hedef… Takım üyelerinin tamamının benimsediği, tutkuyla bağlandığı, stratejik adımları hesaplanmış bir ortak ülkü, olmazsa olmaz!
2.) Takım lideri… Raporlama ve bildirimlerle olan bitenin hepsinden haberdar edilecek ve takımın sorumluluğunu üstlenen tecrübeli bir lider, olmazsa olmaz!
3.) Görev tanımı… Herkesin nerede ne yapması gerektiğini adı gibi bilmesi ve kimsenin de ötekinin görev ve uzmanlık alanına müdahale etmeyeceği bir bakış açısı, olmazsa olmaz!
4.) Güven… Takım arkadaşınıza gözü kapalı güvenebilmelisiniz. Bunun için de empati ve onun arkasını kollama anlayışı, olmazsa olmaz!
5.) Sorumluluk… Herkesin üstüne düşeni eksiksiz yerine getirmesini sağlayan mesuliyet bilinci, olmazsa olmaz!
6.) Saygı… Kimse kimseyi sevmek zorunda değil. Kimisi kimisinden hoşlanmayabilir ve hatta bazısı ötekine sinir de olabilir. “Ben”in değil “Biz”in esas olduğunu asla akıldan çıkarmamak ve sevmesek de takım arkadaşımızın bilgi ve yeteneğine saygı duymak, olmazsa olmaz!

Tüm bunlar varsa, başlıkta da söylediğim gibi aslında bildiğiniz ve hiç düşünmeden, her an kolaylıkla tecrübe ettiğiniz bir şey “Biz olmak”; takım olmak...

Ama iş yerinde bir projeyi gerçekleştirirken ama arkadaşlarınızla tatile giderken ya da belki bir düğüne hazırlanır veya evi taşımayı organize ederken... Daima hatırlayın; hayatınızın her anında takımdaşlığın ne olduğunu tecrübe ediyor, bunu her bir hücrenizin en derininde biliyorsunuz.

14 Ocak 2012 Cumartesi

What friendship does... Dostluk neye yarar...

After losing his parents, this 3 year old orangutan was so  depressed he wouldn't eat and didn't respond to  any medical treatments.
Ailesini kaybettikten sonra bu 3 yaşındaki orangutan öyle bir depresyona girdi ki hiçbir şey yemediği gibi, yapılan tedavilere de cevap vermedi.
The veterinarians thought he would surely die from sadness.
Veterinerler orangutanın üzüntüden öleceğinden emindi.
The zoo keepers found an old sick dog on the grounds in the park at the zoo where the  orangutan lived and took the dog to the animal  treatment center.
Orangutanın yaşadığı hayvanat bahçesinin bakıcıları, parkta yaşlı ve hasta bir köpek buldular ve onu da orangutanın bulunduğu tedavi merkezine getirdiler.
The dog arrived at the same time the orangutan was there being treated.
Köpek de tedavi gören orangutanla aynı zamanda merkezdeydi.
The 2 lost souls met and have been  inseparable ever since.
2 Kayıp ruh o günden beri ayzrılmaz bir ikili oluşturuyorlar.
The orangutan  found a new reason to live and each always tries his best to be a good companion to his new found friend.
Orangutan hayata tutunmak için yeni bir sebep bulmuştu, her ikisi de bu yeni buldukları arkadaşa iyi bir yoldaş olmak için ellerinden gelenin en iyisini yapıyordu.
They are together 24 hours a day in all their activities.
Tüm gün tüm aktivitelerinde birlikteler.
They live in  Northern California where swimming is their favorite past time, although Roscoe (the orangutan) is a little afraid of the water and needs his friend's help to swim.
Kuzey Kaliforniya 'da yaşıyorlar. Roscoe (Orangutan) sudan biraz korksa ve yüzerken arkadaşının yardımına ihtiyaç duysa da vakit geçirmek için en severek yaptıkları şey yüzmek.
Together they have discovered the joy and laughter in life and the value of friendship.
Birlikte hayatın neşesini, keyfini ve arkadaşlığın değerini keşfettiler.
They have found more than a friendly shoulder to lean on.  
Yaslanacak bir omuzdan daha fazlasını buldular.


Long live friendship!
Çok yaşasın dostluk!
I  don't know; some say life is too short, others say it is too long, but I know that nothing that we do makes sense if we don't touch the hearts of others...

Kimisi hayat kısa diyor, kimisi uzun... Orasını bilemem ama bildiğim; eğer bir başkasının kalbine dokunmuyorsa yaptığımız hiçbir şeyin anlamının olmadığı...

7 Ocak 2012 Cumartesi

32 kısım tekmili birden kıyamet!

- Mayaların “Uzun Sayım” döngüsüne göre; 5. dönemin sonu… Yani bildiğimiz şekliyle hayatın sonu. Bir başka deyişle; “Yeni bir başlangıç”...
- Sümer, Mısır, İnka, Maya uygarlıklarının bıraktıkları yazıt ve kil tabletlerine göre; Güneş Sistemi’nde bulunan ve 3600 küsur yılda bir yakınımızdan geçen Marduk (Nibiru, Planet X) gezegeninin sakinlerinin dünyayı yeniden ziyaret edecekleri zaman…
- Astronomlara göre; tüm gezegenlerin, güneşin ve galaksimizin merkezindeki karanlık noktanın 21 Aralık 2012’deki kış dönümünde (yılın en kısa günü) aynı hizaya gelmesiyle oluşacak sıra dışı bir çekim gücü…
- NASA’ya göre; 1859’daki Carrington Olayı’nın bir benzerini yaşatabilecek güçte güneş patlamaları ve manyetik fırtınalar sonucu elektrikli ve elektronik aletlerin tamamını onarılamayacak hale getirecek bir elektromanyetik kıyamet…
- Bazı bilim adamlarına göre; Schumann Rezonansı’nın gizeminin çözüleceği zaman.
- “Yeni Çağ”cılara göre; girmekte olduğumuz Foton Kuşağı’ndaki yüksek enerji nedeniyle DNA’mızı değiştirecek ve algımızı bambaşka boyutlara da açacak evrimsel bir devrimin ve büyük aydınlanmanın yaşanacağı Altın Çağ’ın başlangıcı…
- Kur’an-ı Kerim’e göreyse; kıyamet alametlerinin yaşanmaya başladığı dönem…

Tarihin hiçbir döneminde, hiçbir sene, 2012 kadar konuşulup tartışılmadı! 2000 yılı biraz yaklaştı ama… Y2K’yı hatırlar mısınız? Tüm bilgisayarların 2000 yılını 00 olarak okuyacaklarından dijital kıyametin yaşanacağı 90’lı yılların ikinci yarısından itibaren sık sık yazılıp çizilmedi mi?

Medya seviyor bizi korkutmayı… E, biz de bayılıyoruz kıyamet senaryolarına, felaket tellallığına. Her dönem halkı korkutacak bir şeyler var medyada: Kuş gribi, depremler, deli dana, kıtlık tehlikesi, küresel ısınma, doğa kirleniyor çığlıkları, mahalledeki sapık, trafik canavarı vs vs.



Mayalar aslında ne diyor?
“2012 Dünya’nın sonudur” demiyorlar… “Uzun Sayım” olarak adlandırdıkları dönemlerin beşincisinin sonu 2012’ye denk geliyor sadece. Peki nedir bu uzun sayım? Kısaca anlatayım:

Mayalar oldukça gelişmiş bir uygarlık. Özellikle astronomi konusundaki bilgileri dönemin şartlarını da düşünürsek olağanüstü! Çeşitli Maya şehrinde bulunan gözlem evlerinde her gece özel eğitimli rahipler gökyüzünü izleyip gördükleri tüm gök cisimlerinin hareketlerini takip edip; not alıyorlar… HER GECE! Sadece güneş sistemindeki gezegenleri, ayı güneşi değil görebildikleri tüm uzayı gözleyip bir çeşit güncesini tutuyorlar.

Gök cisimlerinin bu hareketlerinden yola çıkarak da birkaç takvim geliştiriyorlar; bizim ilgilendiğimiz takvimin adı Haab. 20 günlük 18 aydan oluşan toplam 360 günlük bu takvime; tanrılarının adını verdikleri 5 günü de eklediklerinde neredeyse bizim bir güneş yılımız oluşuyor. Mayalar buna “Tun” diyor. 20 tane Tun bir Katun ve 20 tane Katun da (400 Tun yani) bir Baktun ediyor. Toplam 13 Baktun Mayalar’ın “Uzun Sayım” dedikleri bir döneme denk geliyor ki bu da aşağı yukarı 5125 yıl demek.


Mayaların hesabına göre 2012 yılı, beşinci Uzun Sayım’ın sonuna denk geliyor. Her Uzun Sayım’ın sonu diğerinin başlangıcı doğal olarak ve tüm bu geçiş dönemlerinde bir sürü konuda hep radikal değişimler olmuş: Tufanlar, volkanlar, depremler, coğrafyalar, uygarlıklar, toplumsal anlayışlar…

Sümerler ve Sitchin’in dikkat çektiği benzerlikler
Sadece Mayalar değil… Sümerler de pek ilgili astronomiyle. Mısır’da ve İnka uygarlığında da Maya’ların mitolojilerinde anlatılanlara çok benzer şeyler var. Detaylar için teolog, Sümerolog, antik diller ve mitoloji uzmanı; Azerbaycan asıllı, Amerikalı bilim adamı Zecharia Sitchin’in araştırmalarına bakalım:
Gılgamış Destanı’ndan Tevrat’a, Sümer hiyerogliflerinden eski kil tabletlere kadar tarih öncesi dönem uygarlıklara dair ne var ne yoksa okuyan; Batı dilleriyle birlikte antik dillerin de neredeyse hepsini okuyup tercümesine büyük katkı sağlayan Sitchin, Dünya Tarihçesi ve 12. Gezegen kitaplarının da yazarı aynı zamanda.

Bu iddiaları ilk ortaya attığında alay konusu olsa da şu sıralar Sitchin’in yazdıklarıyla yakından ilgilenen hatırı sayılır bir kalabalık var.


Enki (Sümer)


Viracocha (İnka)


Thoth (Mısır)
Sitchin’e göre; Sümer, İnka ve Maya uygarlıklarının “tanrılar” diye bahsettikleri varlıklar gerçek… Üstelik birbirlerini de tanıyorlar! Hatta kimisi akraba!
Mayaların “Tüylü Yılan Kukulkan”, İnkaların “Viracocha” ve Mısırlıların “Thoth” dedikleri tanrılar aynı kişi aslında… Thoth’un babasına Sümerler “Enki” demişler ki Mısır’da Ptah diye anılıyor kendisi. Mısırlı Ptah’ın oğlu Ra doğal olarak Sümerli Enki’nin oğlu Marduk oluveriyor. Mitolojiye göre Ptah’ın iki oğlu Ra ve Thoth arasında büyük bir anlaşmazlık çıkıyor ve Ra Thoth’u Mısır’dan sürüyor… Aynı hikaye Sümer uygarlığında Enki’nin oğulları için de aynen anlatılıyor. İşte bu sürülen tanrı Toth Mayaların Kukulkan ve İnkaların da Viracocha dedikleri şahsiyet… Onların tanrı dedikleri bu arkadaş günün birinde gitmeye karar vermiş ve ayrılırken Mayalara dönüp “Geri geleceğim” demiş…




Ra (Mısır)
Ptah (Mısır)
Kukulkan (Maya)
Marduk (Sümer) 


Marduk
Bu “tanrılar” diye anılan arkadaşlar Sitchin’in okuduğu bütün o kil tabletlerden falan çıkardığına göre Marduk gezegeninin sakinleri… Güneş’in etrafında dönen ancak yörüngesi diğer Güneş Sistemi gezegenlerinden bambaşka bir açıda bulunan ve yörüngesi çok geniş olan, Jüpiter büyüklüğünde bir gezegen Marduk. Tam 450.000 yıl önce Marduklular gelip Dünya’da hayatın temelini atmışlar. 3661 yılda bir yörünge denk geldiğinde de gelip “N’apıyor bakalım bizim çocuklar” diye Dünya’ya bakıyorlar…

Babalar buralara geldiğinde, iddialara göre ufak tefek (!) aksilikler de oluyor tabi: 13.000 yıl önceki Nuh Tufanı, son yörünge geçişini yaptığı MÖ 1649’da Thera Yanardağı’nın patlaması gibi...



Marduk’un seyri
- Teorilere göre, Marduk, 21 Aralık 2012’de, yani Haab takviminin son gününde ikinci bir güneş ve Ay ile neredeyse aynı büyüklükte gözükecek.
- Marduk, Dünya ile iki kere yakınlaşacak. İlki 7 Eylül 2012’de gerçekleşecek, son yaklaşma ise 27 Nisan 2013’te olacak.
- Marduk en yıkıcı etkisini sadece 21 Aralık 2012’de göstermeyecek. Dünya 14 Şubat 2013’te Marduk ile Güneş arasına girecek ve en korkunç deprem, sel ve fırtınaların yaşandığı tarih bu gün olacak. Milyarlarca insan hayatını kaybedecek, hayatta kalanlar açlıktan kırılacak. Marduk, Güneş Sistemi’ni 1 Temmuz 2014’te terk edecek ve manyetik alanlar üzerindeki etkisi azalmaya başlayacak.
- Eğer sanıldığının aksine, Marduk, Mars ile Jüpiter’in değil, Mars ile Dünya arasına girerse, Marduk’un uydularından biri Dünya’ya çarpabilir. Bu durumda Dünya’nın kendi ekseni etrafındaki döngüsü en az 3 gün duracak. Bir tarafta 3 gün aydınlık, diğer tarafta 3 gün karanlık olacak. Tüm iletişim ve enerji ağı çökecek.



Kıyamet Alametleri
Kur’an’daki kıyamet alametlerinde de Dünya’nın 3 gün 3 gece boyunca karanlıkta kalacağı ve akabinde Güneş’in Batı’dan doğacağına dair ayetler var. Bunun haricinde Hz Muahmmed’in hadislerinden ikisi enteresan:
“Ben insanlığın ikindi vakti geldim.”
“Benim ümmetimin ömrü 1500 seneyi geçmeyecek.”

Hicri takvimin 1433’ü gösterdiğini hatırlatmak isterim…
Başka ne alametler vardı Kur’an’da? Buyurun:
- Yecüc ve Mecüc’ün ortaya çıkışı
- Debbet-ül Arz’ın ortaya çıkışı
- Deccal’in ortaya çıkışı
- Güneş’in batıdan doğması
Ne demek peki bunlar?
Hadi gelin, ezoterik açıdan bu alametlerin anlamlarına bakalım:

Yecüc ve Mecüc’ün ortaya çıkışı
Kelime olarak anlamı olmayan Yecüc ve Mecüc, nefsani azgınlığın Kur’an’daki sembolüdür. Yani insanlığın egoistçe duygu ve düşüncelerle kendisini zincirlemesidir.
Uyumakta olan insan uyanma arefesinde.
Kendi ruhsal büyüklüğünü –şuur altındaki bilgiyi fark etmesi ancak bu bilgiyi yanlış yorumladığı için egoizm zarfına sokması söz konusu.
Yani kendi ruhsal kudretini içten içe hisseden ama bilgisi olmadığı için bunu doğru yönlendiremeyen insanların içinde bulunduğu bir süreç…

Debbet-ül Arz’ın ortaya çıkışı
Dabbe: Hayvan/Binek Hayvan
Arz: Yer, Dünya
Debbet-ül Arz: Kıyamet yaklaşınca yerden çıkacak korkunç bir hayvan.
Canavarı andıran bu hayvan tüm mitoloji ve ezoterik bilgilerde, astral bedenimizi adeta bir zırh gibi saran tortunun sembolüdür. Bu bizim hayvani/içgüdüsel yönümüzdür.
Ezotetrik açılıma gelince:
Kıyamet, yani “Genel Uyanış”ın başlayacağı günler yaklaştığında, yavaş yavaş insanların içlerindeki bu tortuyu fark edip temizlemek için bir çaba içine girdikleri dönemdir.
Daha önce böyle  bir çaba içinde olmamamızın nedeni, daha önce bu tortuyu hiç görmemiş/fark etmemiş olmamız.

Deccal’in ortaya çıkışı
Deccal’in kelime anlamı “Aldatıcı”…
Solunda Cennet, sağında Cehennem olan ve alnında “kâfir” yazan bir varlık…
Daha baştan aldatıyor çünkü İslamiyet’te Cennet hep sağda sembolize edilmiştir. “Kafir” sözcüğü “küfür”den gelir. Küfür “Gerçeğin üzerini örtmek"tir.
Deccal’in Kıyamet yaklaştığında insanları yanılgıya sevk etmek için tüm dünyayı dolaşacağı söylenir. Demek ki bu tüm dünyayı etkileyecek bir hadise.
Günümüzde de durum bu değil mi?
Bilgiden, gerçeklikten uzaklaşmak…
Bunca bolluk içinde “Gerçek Bilgi” kıtlığı…
Bize sunulan dinle, dinin gerçeği arasındaki fark…

Güneş’in batıdan doğması
İki anlamı var… Birincisi Dünya’nın fiziksel durumuyla ikincisiyse insanın içsel değişimiyle ilgili:
1.) Daha önce de birkaç kez yaşanan Dünya’nın eksensel düzleminde meydana gelecek kaymayla (Kutupların yer değiştirmesi) ortaya çıkacak değişiklikle Güneşin doğuş ve batış yönlerinde sapma meydana gelecektir.
 2.) “İnsanın alt üst olması”. Yani uyku halinden uyanıp şuurlanması; o ana kadar doğru diye sarıldığı yanlışların gölgesinden kurtulup gerçekle yüz yüze gelmesidir.

Kur’an’daki ayetlerden örnek vermek gerekirse; şunlar dikkat çekici:
Bakara Suresi Ayet: 48
 “Ve öyle bir günden korkun ki; o günde kimse, kimse için bir şey ödeyemez. Şefaat kabul edilmez. Fidye alınmaz ve onlara yardım da edilmez.”
Kıyame Suresi Ayet: 8-12
“Ay karardığı, Güneş ve Ay birleştiği zaman; insan o gün ‘Kaçış nereye?’ der. Hayır, sığınacak bir yer yok. O gün sonunda varılıp karar kılınacak yer yalnızca Rabb’in katıdır.”



“Güneş ve Ay birleştiği zaman”
Amerikalı araştırmacı ve astronom John Major Jerkins’in 1997’de yayınlanan “Maya Cosmogenesis 2012” kitabında aktardığı astronomik öngörüler sadece Güneş ve Ay’ın değil; Güneş Sistemi’ndeki tüm gezegenlerin (yani ekliptik de denen tutulum çemberinin), 21 Aralık 2012’deki kış dönümü güneşiyle aynı hizada kesişeceğini gösteriyor. Üstelik bu kesişme modern astronomik ölçümlerle galaksimizin merkezi olduğu belirlenen “Karanlık Nokta”ya da denk geleceği belirlenmiş durumda… Bu kesişmenin bilimsel bir tahmin olduğu netse de sonuçlarının neler olabileceğine dair net bir şey söylemek imkânsız.

Bilimsel tahmin demişken… NASA
Bilimsel tahminlerin en dikkat çekicisi ise NASA’nın Güneş’teki patlamalara dair yaptığı tahminler…
Yakın tarihlerde NASA, dünyamız için tehdit unsuru içeren bir olgu hakkında 12 Eylül 2012 tarihini öngördü. Nasa raporlarına göre; Güneş’te oluşabilecek büyük bir “taç fışkırması” ve etkinleşen plazma topları yüzünden dünyadaki enerji şebekelerinin çökebileceği öngörülüyor. Yerin beş kat büyüklüğünde manyetik alan havuzları bir patlama ile koptuğunda, güneş rüzgarı saldırıları oluşuyor.





Güneşin yakıtını bitirip, bir süpernova patlaması yaşamadan önce, defalarca taç uzaması ya da öksürme adı verilen evreleri olacaktır. Tek sorun olayın, dünyanın manyetik alanlarının yön değiştireceği zamanlara denk gelip gelmemesi. Bu manyetik alanlar, 76 milyon yıldan bu yana yaklaşık 171 defa yön değiştirmiş. Yeni değişim, bir korona uzanması ile eşzamanlı gerçekleşirse fazlasıyla tehlikeli olabilir. Çünkü manyetik alanlar yön değiştirirken, dünya çevresini saran kuvvet çizgileri zayıflayacak. Bu durum geçici olsa da böylesi bir anda, dünyanın manyetik alanı kozmik ışınları yollarından saptıramayacağından tehlike artacak.



Carrington Olayı
Dünya’da şimdiye kadar ölçülmüş en büyük elektromanyetik fırtına! 1859′da gerçekleşen bu fırtınayı, Amatör İngiliz astronom Richard Carrington; “inanılmaz güçlü, beyaz parlak bir ışık demeti” olarak not etmiş.

Dünya üstündeki tüm telgraf tellerinin kavrulup kullanılamaz hale geldiği ve geceyi gündüze çevirecek kadar aydınlık yaratan bir fenomen bu Carrington Olayı…
Bilimadamlarının “Katrina kasırgası’ndan 10 kat daha kötü etkileri olur.” dedikleri olay gerçekleşirse, bakalım neler olacak:
Elektrik/elektronik teknolojisi sıfırlanacak.
Apartmanlarda su basma işlemi yapılamayacağı için susuzluk başlayacak.
Tren, metro gibi ulaşım araçları çalışmayacak.
Benzin istasyonları, yer altı depolarından benzin pompalayamayacağı için, arabalar benzinsiz kalacak.
Dolayısıyla süper marketlerin stokları boşalacak. Kıtlık başlayacak.
Jeneratör de çalışmayacağı için hastaneler maksimum 72 saat yedek güç kaynaklarını kullanabilecek. Dolayısıyla sağlık hizmetleri zarar görecek.
Isınma ve soğutma gerçekleşemeyeceği için bu dönemde insanlar ölmeye başlayacak.
İlaçlar, gıdalar vb soğutma olmadığı için bozulacak.
Dünyanın bu senaryo karşısında toparlanması 4-10 yıl arası olarak hesaplanıyor. Zararın ise, 2 trilyon $’ı geçmesi bekleniyor.




1952 yılında alman fizikçi Winfried Otto Schumann, atmosferin iyonosfer tabakasından kaynaklandığı düşünülen bir titreşim saptar. Bu titreşimleri inceleyen bilim adamı bunun frekansını 7.8 Hertz (saniyede 7.8 devir) olarak hesaplar. Bu Dünya’nın temel frekansı (veya Dünya’nın kalp atışı) olarak da değerlendirilir.

Bu buluşun ardından askeri haberleşmelerin bir kısmı bu frekans üzerinden yapılır. Daha sonra bu titreşim üzerinde incelemeler bunun tek bir titreşim olmadığını coğrafî bölgelere göre değişiklik gösterdiği saptanır (7.8, 14, 20, 26, 33, 39, 45 Hertz). 

Coğrafi bölgelere göre değişim gösterse de yüzyıllardır sabit olan bu titreşimin 1980’li yıllardan itibaren artış göstermeye başlar. Schumann Rezonansı günümüzde saniyede 12 Hertz’e kadar ulaşmış bulunuyor. Bu titreşimin 21 Aralık 2012’de 13 Hertz’e ulaşacağı, böylece insan beyninin çalışma/düşünme frekansına eşitleneceği ve bu sayede insanların artık daha zeki olacağı, bir kuantum sıçramasının yaşanacağı iddia ediliyor.

Bilim, bunun neden gerçekleştiğini veya kaynağını bilmiyor ancak Schumann Rezonansını sıcaklık değişimlerinin ve dünya çapındaki hava koşullarının hassas bir göstergesi olarak sunuyor. Bazı araştırmacılar Schumann Rezonansın dalgalanmasının son yıllardaki hava durumu, seller, fırtınalarda bir faktör olabileceğine inanıyor.

Dünya’nın “nabzı” hızlanırken, manyetik alanındaki güç ise zayıflıyor. New Mexico Üniversitesi'ndeki Profesör Bannerjee’ye göre, manyetik alan son 4000 yıldaki yoğunluğunun yarısını kaybetti.

Manyetik kutup tersliğinin (manyetik kutupların ters olmasının) bir delili, manyetik alan güçlülüğüdür. Bu gücün sürekli azalıyor olması ise bir noktadan sonra manyetik alanların ters döneceği anlamına gelir (Manyetik kutupların değişimi). Hatta Profesör Bannerjee'e göre bir diğer manyetik tersliğe geldik bile! Hepmiz "sıfır noktasına" yaklaştıkça zamanın hızlandığı başka bir deyişle kısaldığını gördük. Günler artık 24 saat değil 16 saat ve hatta daha kısa yaşanıyor. O yüzden "günler ne çabuk geçiyor", “Vay be yedik koca seneyi”, "Eskiden 1 ay geçmek bilmezdi azizim" tarzı söylemlerimizde bir artış söz konusu… Hadise psikolojik değil, fiziksel bir gerçeklik!

Schumann rezonansının (ya da Dünyanın “kalp atışının”) binlerce yıldır 7.8 olduğunu, ancak 1980'den beri yükseldiğini bilmek konuyu daha da çarpıcı hale getiriyor: Hadislerde zamanın kısalmasının bildirilmesi "ahir zamanda" yaşanacaktı. Ahir zaman ise hicri 1400 yılında başlıyor. Hicri 1400 yılı ise, Miladi olarak tam 1980 yılına denk geliyor. Manyetik alanın değişmesi ile birçok olağan dışı olaya şahit olmamız da mümkün. Bazı teknolojilerin artık çalışamaması ve 4. boyuta geçmek gibi.



Foton Kuşağı
Hadi biraz da iyi haberler verelim…
Foton Kuşağı ilk kez İngiliz astronom Edmond Halley (1656-1742) tarafından Pleiades takımyıldızlarını kuşatan gazımsı bir kuşak olarak gözlendi. Daha sonra Fredrick Wilhelm Bessel ise Foton Kuşağı’nın dönüş hızını keşfetti. Ardından Jose Comas Sol, Pleiades takımyıldızındaki güneş sistemlerini keşfetti. Daha sonra Paul Otto Hesse foton kuşağının kalınlığını saptadı: 2000 ışık yılı.

Bu teoriye göre Güneş sistemimiz her 25 bin 860 yılda bir Pleiades çevresinde bir tur dönüyor. Yani Güneş sistemimiz belirli bir rutinde Foton Kuşağı’nın içine giriyor. Nedir o rutin? Güneş sistemimizin foton kuşağının içindeki yolculuğunun 2 bin yıl kadar sürdüğünü göz önüne alırsak, Foton Kuşağı’ndan çıktıktan sonra tekrar foton kuşağına girmek için 10 bin 500 yıl geçmesi gerekiyor.



E, ne olacak peki?
Neler olmayacak ki!
- Auralarımızı görebileceğiz.
- 12 sarmallı DNA’ya geçiş sonrası hastalık kalmayacak,
- Elektirik ihtiyacı olmayacak çünkü foton enerjisinden yararlanacağız.
- Ölümsüz olacağız.
- Bu dünyada kalmaktan vazgeçip başka bir boyuta geçmeye karar verirsek; Dünya’da kalmayı seçenler bizim ortadan bir anda kaybolduğumuzu görecekler.
- İnsanların ışık bedenleri olacak ve bu cennete benzeyen ışıklı dünyada çok güzel vakit geçirecekler.

Medyanın ettiği
Tüm bu bilgiler herkes tarafından ulaşılabilir durumda. Başta söylediğim gibi bayılıyor medya kıyamet senaryolarına! Çünkü Düzen’in mekanizmalarından biri… “Bak felaketler var” diyerek insancıkları korkutan Düzen, bir yandan da “havuçlar” vaat etmekten de geri kalmıyor… Çünkü kendimizle ilgilenmektense, yaklaşan kıyametin magaziniyle oyalanmamız fakat bu sırada hepten ümitsizliğe düşüp de vergileri ödemeyi bırakmamızdansa bir miktar ümit taşımamız düzenin faydasına!

Şimdi dikkat…
Bir şeyin altını çizmekte fayda var: Tarih boyunca hiçbir “yıl” 2012 kadar konuşulmadı ve geçmişten bu kadar referans almadı… Eski uygarlıklardan kutsal kitaplara, bu yazıda bahsetmediğim Kızılderililerin ve Nostradamus’un kehanetlerinden bilimsel verilere kadar tonlarca olgu içinde bulunduğumuz bu dönemde bir şeyler olacağını işaret ediyor.

Danışanlarıma bakıyorum… Hepsinin (İSTİSNASIZ HEPSİNİN) hayatında çok ciddi bir değişim var. Arkadaşlarım ha keza! Ailem aynı durumda… Ben? Üç yıl önce aklıma bile gelmeyecek ölçüde bir değişimin tam ortasındayım! Sizde durum nedir bilemiyorum elbette ama tüm dünyada ülkeler, bölgeler, toplumlar ve nihayetinde kişiler bazında büyük değişimler oluşuyor… Hem de daha önce olmadığı kadar büyük bir hızla!

Medyanın ilgimize sunduğu bunca kıyamet senaryosu arasında akıl sağlığımızı koruyabilmek bile büyük başarı! Tam bu noktada bu önemli başarıyı yakalamış olan sizlere sormak istiyorum: Kendi kıyametinizi yaratmaya ne dersiniz?

KIYAM-ET!
Kıyam etmek…
Kıyam “Kalkmak, ayakta durmak, dikilmek” anlamına gelir.
Kıyamet’in ezoterik açılımına baktığımızdaysa bunun “Büyük Uyanış” anlamına geldiğini görüyoruz.

Gerçekten de tüm bu değişim enerjisini sindirmek ve aydınlığa uyanmak için harika bir yıl olabilir 2012!
- Daha az TV seyretmek
- Daha çok kitap okumak.
- Kendinize, içinizdeki o büyük güce dönmek ve kudretinizin farkına varmak.
- Kendinizi sinirlenirken yakalayıp bunun size ne kazandırdığına ve sizden neler götürdüğüne bakmak… Artık sinirlenmemeye karar vermek.
- Daha az hamburger yemek.
- Daha çok meditasyon yapmak.
- Ailenize/sevdiklerinize daha fazla vakit ayırmak.
- Senelerdir hayatınızı çalan o ofisten artık makul saatlerde çıkmak.
- Doğada daha fazla vakit geçirmek.
- İç huzur ve dengenizle birlikte hayatınızın da dengesini sağlamak.
- Gerçekten istediğiniz işlerde çalışmak.
- Daha fazla hayal kurmak.
- Kurduğunuz o hayalleri tutkuyla bağlandığınız hedeflere çevirmek.
- O hedeflere ulaşacak stratejileri belirleyip adım adım planınızı uygulamak.
- Hayatınızın aşkını bulmak.
- İstediğiniz parayı kazanırken eğleneceğiniz harika yollar bulmak.
- Kısaca… Artık kendi istediğiniz hayatı, yüksek farkındalıkla ve stresten uzak, mutlulukla yaşamak.
- Bunu nasıl yapacağınızı bilmiyorsanız, iyi bir koçla çalışmak.
- Ne olursa olsun hayatınızı istediğiniz yönde değiştirmek.

Listeyi uzatabiliriz; ancak sözün özü şu:
Uyanın! Açın gözü kulağı…
Dışarıda ne olacaksa olacak. Kopacaksa kıyamet kopacak…
Asıl soru; “Siz ne yapacaksınız?”
Kendi kıyametinizi nerede, ne zaman, neyle, nasıl ve kiminle yaratacaksınız?

2012’niz aydın olsun.