31 Ocak 2014 Cuma

Öğrenmek...

Öğrendiğimiz ne çok şey var değil mi?
Ve de öğreneceğimiz...

Öğrenmek benim için sıklıkla çok keyifli bir süreç olarak gerçekleşiyor hayatımda.
Yeni bilgiler, yeni yerler, yeni insanlar...

Koçluk eğitimine başladığım ilk zamanlarda öğrendiğim bir şeydi "Liste yapmak"...
Sonrasında "Yapılacaklar Listesi"nin değil "Olunacaklar Listesi"nin daha önemli olduğunu da öğrendim...

İşler yoğunlaştığında ve birden çok konuyla (danışmanlık, reklam, koçluk, evin işleri, yazılacaklar, aile işleri vb) ilgilenmek zorunda kaldığımda mutlaka uyguladığım ve çok işe yarayan bu listeleme hadisesinde bazen yazmama rağmen yapmayıp ertelediğim şeyler de olabiliyor. 

Geçen hafta sonuna doğru yine böyle yoğun bir dönem olduğundan ve temizlenmesi gereken çok şey birikiverdiğinden listemi yaptım ve tek tek yazdığım görevleri yerine getirmeye başladım. Bir bölümü yine ertelendi...

YAZDIYSAN YAPACAKSIN

Bu da yeni öğrendiğim bir şey...
Dün gece öğrendim...
Bu kez keyifli bir öğrenme olmadı maalesef...

94 yaşında, tansiyon 12/7, sapasağlam, "Hepimizi gömer" denir ya; öyle sağlıklı, kendine yeten, çok acayip neşeli, karıncayı incitmeyen, dünya tatlısı bir adam olan dedeme kamyon çarpmış... 

Geçen hafta yapılacaklar listemde "Dedeni ara, şahane bir yemek yiyin beraber" yazıyordu.
"Çok yoğundum."
"İşim başımdan aşkındı."
"Dur şunu da bitireyim, bu da bitsin" diye akşam oldu; "Bu saatten sonra da aranmaz artık"...

Aranır!
Sevdiğin insan her saatte aranır.
O işin bitmesinden de diğerinin yetişmesinden de önce gelir...
Bu kez üzülerek öğrendiğim şey bu oldu...

BİR ŞEY DAHA...

Bir de bu facebook platformunun ne kadar güzel olabileceğini tekrar öğrendim...
"Hatırladım" demek daha doğru olacak.
Eski yeni yüzlerce dost ve arkadaş taziyelerini bildirdi...
Binlerce kilometre uzaktaki kardeşimle resimler, sevgi ve anılar paylaşıldı...
Yıllardır görmediğim kişilerin iyi dilekleri geldi.
Acı paylaşıldıkça hafifledi...
Sağ olun...

1 Eylül 2013 Pazar

Puxa Vida! - 2 (*)

(*) Puxa Vida (Puşa Vida diye okunur), en sevdiğim çizgi roman kahramanlarından Mister No’nun kullandığı Portekizce bir ünlemdir. Anlamı kelimesi kelimesine çevrildiğinde “hayatı çek(er)” olsa da sokak ağzında “Vay canına!” ünlemimize yakın bir yerde durmaktadır.


Yazının ilk bölümünde bir adet kanepe için, o kanepeyi sığdırıp sığdıramayacağımı kestiremediğim bir “station” Marea ile taa Eceabatlara gitmeye karar verme sürecimden ve yolculuğun başlangıcından bahsetmiştim… Burada; “Yolda Kişisel Gelişim” başlığı altında 5 önemli noktanın altını çizmiştik:
1) Önemli olan odaktı ve kısıtlayıcı düşünce ve inançların bizi atabileceğimiz nice adımı atmaktan alıkoyduğunu, bu yüzden de odağımızın hep çözüme dönük olmasının önemini irdelemiştik…
2) Tutarlı olmak ve kararınız konusunda ısrar etmek de önemliydi.
3) Fizyolojinizi düzenlemenin duygusal durumunuzu kontrol etmenin ilk ve en etkili yolu olduğunun altını çizmiştik.
4) Stresle başa çıkmak için 3 soru yöntemini anlatmıştık.
5) Yapacağınızı yapıp gerisini akışa bırakmanın (tevekkül) büyüsünden bahsetmiştik…

Aman bu ne be?!
Özet yaparken üniversite hocası gibi hissettim kendimi… “İrdelemiştik”, “altını çizmiştik”, “yöntemini anlatmıştık” falan… Hadi n’olur yazdırmayın bana sevimsiz sevimsiz… Hatırlamıyorsanız ya da daha okumadıysanız buradan okuyuverin kendiniz: "İlk Yazı"... Bu arada geçen hafta okuduğunuz şeyi hatırlamıyorsanız hafızanızı güçlendirmek üzere çalışabiliriz, haber verin bana. :)

Geçen hafta; Mahmutbey gişelerinde babama su vermek suretiyle kendimi sevgi kelebeği gibi hissetmiş ve beni Eceabat’taki çiftlikte bekleyen kanepeyle kucaklaşmak için, açılan trafikte rahat rahat ilerlemek üzereyken yazıya ara vermiştik.

Yolda Kişisel Gelişim, Ders 6: Delirmeyin; bir koltuğa tek karpuz yeter!



Bir an evvel Eceabat’a varmak, koltuğu alıp İstanbul’a dönmek konusunda acele etmemin nedeni, o akşam Shira ile birlikte çok sevdiğimiz bir arkadaşımıza yemek sözü vermiş olmamızdı. Bir evvel ki hafta buluşmak üzere sözleşmemize rağmen ertelemek durumunda kalmıştık ve bu akşam mutlaka o yemekte olmalıydık. Strese bak! 800 km yol, hamallık ve akabinde şık bir akşam yemeği…

Fiziksel olarak aynı anda farklı şeyleri yapmaya çalışmak ne kadar dikkat dağıtıcıysa, aynı anda birçok şeyi düşünmek de o kadar asap bozucuydu. Manasızca sürat yapıyor, radar uyarısı görünce gaz kesip uygun ortamda tekrar köklüyordum… Şöyle bir düşününce, muhtemel bir trafik cezasının maddi ağırlığı bir tarafa; akşam yemeğe yetişeceğim diye ölmenin de bir anlamı yoktu. Ölünce yemeğe yetişemiyor zira insan! Shira’yı aradım, durumu anlattım ve yüksek ihtimalle akşam yemeğine yetişemeyeceğimi söyledim. Yalnız gitse bir sorun olur muydu? Önce canı sıkıldı ama durumu anlayışla karşıladı… Minnet Shira’ma! :)

Yolda Kişisel Gelişim, Ders 7: N’olursa olsun içinde bulunduğunuz anın keyfini çıkarın!



Babamla her Eceabat seyahatinde yaptığımız geleneksel bir şey var… Çiftliğin bulunduğu Karainebeyli Köyü yoluna girmeden evvel Gelibolu Limanı’ndaki balıkçıda, balık-salata-bira ile yol yorgunluğunu atarız. Madem yetişecek bir yer yok, madem stresten kurtulduk, madem birazdan yükleme-taşıma gibi yorucu bir iş yapacağız, biraz enerji depolamak çok iyi gelecekti…


Gittik Abuzer’in yerine; söyledik balıkları, açtık biraları, Abuzer’le muhabbetin belini kırdık… Arsızca söylediğimiz balıklar fazla gelince limanın diğer müdavimleri olan kedilere de bir ziyafet çıkardık; denizin kokusu, sıcak güneşi bertaraf eden hafif rüzgar falan… Hayat güzeldi be!

Bak; hayatın güzel olduğunun farkına ne kadar sık varıyorsan kendine o kadar çok iyilik yapıyorsun, haberin olsun!

Yolda Kişisel Gelişim, Ders 8: Tekrarlayın: “İHTİYACIM OLAN HER ŞEY, ŞU ANDA ve BURADA, BENİMLE!”



Nihayet çiftliğe varmıştık… Eve girdik ve koltuğa baktık. Bak bak bitmiyor! Öyle heybetli, maşallah! Bakmakla olmaz, taşımak lazım… Nasıl ağır, anlatamam. Altına parmak girmez, kenarında tutacak yeri yok, heyula gibi bir şey. Ulen, nasıl taşınır ki bu?

Vücudumuz muazzam bir araç, fark ettiniz mi hiç? Hele iki kişi vücutlarını birlikte çalıştırırsa hiç beklenmedik şeyler yapabiliyorlar. Babamla koltuğun iki tarafına geçtik; eğildik ve omuzlardan karşılıklı dayandık koltuğa ve koca koltuğu bir nevi aramızda sıkıştırarak “pıt” diye kaldırıverdik. Kalktı kalkmasına da arabaya taşıyana kadar kan-ter içinde bıraktı bizi.

Station Marea’nın tüm koltukları yatmıştı ve yüklenmeye hazırdı… İte kaka, oflaya puflaya yükledik koltuğu… Yüklemiş gibi yaptık demeliyim çünkü sığmamıştı. Onca yolu yap, almak için geldiğin kanepe yarı beline kadar sarksın arabadan… Durum ümitsiz görünüyordu. Bi dakka bi dakka “Yolda Kişisel Gelişim, Ders 1”i hatırla! Odağı hemen pozitife çevirdim ve o sihirli soruyu sordum.

“Şu anda, bu şartlar içinde ne yapabilirim?”
Öndeki yolcu koltuğunu torpido gözüne, sürücü koltuğunu da direksiyon simidine yapıştırdım, arabayı koltuk o pozisyondayken nasıl kullanırdım bilemiyorum ama öncelik kanepenin arabaya sığmasındaydı. Kanepe biraz daha içeri girmiş ve sanki sığacak gibi yapmıştı. Bir bölümü dışarıdaydı ve babam da ben de gafil avlanmıştık: Yanımızda koltuğu bağlayabileceğimiz bir ip yoktu.
Ne dedik: “İhtiyacım olan her şey, şu anda ve burada, benimle!”

Kuyudan çektiğimiz suyu toplayan deponun altındaki ardiyede bir ip bulduk… HAY BİN KUNDUZ! İp kısaydı. Tekrar hatırladık: “İhtiyacım olan her şey, şu anda ve burada, benimle!” Evin içinde istiflediğimiz kolileri saran ipi de aldık… Uçlarından bağladık. Şimdi ipin uzunluğu kurtarıyordu ama çok ağır olan kanepe kayarsa onu tutamayabilirdi, çünkü ipler yıpranmıştı… Ne yapılabilirdi?


Biraz MacGyver’cılık oynamanın zamanı gelmişti… 80’li yılların meşhur dizisini bilenler bilir, yanındaki sakızı çiğneyip, kibrit barutu ve yaldızlı kağıtla karıştırıp patlayıcı falan yapan bir tipti bu abi… O’na özenip kafayı çalıştırdık ve uç uca eklediğimiz ipin tamamına çatı izolasyonu için kullandığımız tutkalı sürüp serdik güneşin altına… Sertleşen tutkalın üstüne bir de koli bandıyla kapladık ipi… Şimdi isterse kopsun, ilk günkünden daha sağlam olmuştu. Koltuğu bağladık, yola çıkmaya hazırdık!

Yolda Kişisel Gelişim, Ders 9: Durmak zamanı geldiğinde… DURUN!



Babama iyi yolculuklar diledim… Ve işte kıymetli kanepeyle baş başa yollardaydık. Aslında pek baş başa denemez; kanepe resmen sırtımdaydı ve hatta boynumu da biraz eğmek zorunda kalmıştım. Mağrur kanepe bütün ihtişamıyla koca Marea’yı doldururken ben boynu bükük bir şekilde, dizlerim çenemde direksiyon başında, otomobili kullanmaya çalışıyordum… Onca yolu yapmak, koca kanepeyi arabaya yükleyene kadar canımı çıkarmak yetmemişti bir de arkaya bütün ihtişamıyla kurulmuş kanepeye tüm insani koşulların dışında şoförlük ediyordum.

Gerçekten daha rahatsız bir pozisyonda araç kullandığımı hatırlamıyorum… İnsan o pozisyonda direksiyon başında uyuyakalır mı? Bu sorunun cevabını yanından teğet geçtiğim kamyon ciyak ciyak korna çalarak beni uyandırdığında biliyordum: Evet!

Uyanmak için kafamı sallarken kanepeye çarpınca gözlerim fal taşı gibi açıldı ama ben işi garantiye almak için ilk benzin istasyonunda durmaya karar verdim. Keşan’dan 11 kilometre sonra Tekirdağ’a dönen göbekteki Kipa’nın otoparkına girip, hemen dışarıdaki kafede aldım soluğu… Bir “triple espresso” söyledim, daha berbat bir epresso içtiğimi hatırlamıyorum. Ama Shira’yla konuşmak ve iğrenç espressoyu fondiplemek beni kendime getirmişti. İçsesim ve testosteronum bana ne derse desin, durmam gerektiğini hissettiğimde duracağıma söz verdim. Yolun sonunu kazasız belasız getirebildim.

Yolda Kişisel Gelişim, Ders 10: Ne yapın edin, her fırsatta hayatınıza kutlama enerjisini katın.



Eve geldiğimde saat akşam onbire geliyordu… Shira, onu akşam yemekte yalnız bırakmış olmama rağmen koltuğu alıp geldiğim için küçük bir kutlama ayarlamıştı: Mum ışığı, yumuşak bir müzik, içecek bir şeyler... Günün bütün yorgunluğunu üstümden akıtan ılık bir duş sonrası, görevini tamamlamış olmanın huzuruyla ve sevgilimin üzerime titreyen yaklaşımının keyfini çıkardım.

Ne demiştim: Hayat güzeldi be!



25 Ağustos 2013 Pazar

Puxa Vida! - 1 (*)

(*) Puxa Vida (Puşa Vida diye okunur), en sevdiğim çizgi roman kahramanlarından Mister No’nun kullandığı Portekizce bir ünlemdir. Anlamı kelimesi kelimesine çevrildiğinde “hayatı çek(er)” olsa da sokak ağzında “Vay canına!” ünlemimize yakın bir yerde durmaktadır.

“Odağınızda ne varsa, hayatınıza o gelir…” – V. Tolga HANCI *Ünlü Filozof ve Düşünür :)

Bir kanepe…
Eceabat’ta bir arazinin ortasındaki taş evde kullanılmayı bekleyen…


Eceabat’taki bu evde durduğu için bir yıl boyunca olsa olsa toplam 1-2 hafta kullanılan çok şık, kıymetli kanepe gibi ben de meraka düştüm: İstanbul’daki yeni evde bir kanepe ihtiyacı söz konusuyken; o deri, şık ve tam ihtiyacımız olan kıymetli kanepe neden Eceabat’ta, bir taş evde, bütün bir yıl boyunca aylak aylak yatsındı ki?!

“OK, getirtelim” dedik…
Bir hesap çıkardılar: Kamyoneti, kilometre başına ödemesi, yakıt masrafı, sigortası, hamalı derken; fark ettik ki Eceabat’tan tek bir kanepe getirmenin maliyetine buradan birkaç tane alınabiliyor! Çözülmesi gereken durum şu: Shira ve ben özellikle, Eceabat’taki, o koltuğu istiyoruz; gözümüz başka koltuk görmüyor. (“Shira Kim?” sorusunun cevabı için tıklayınız: “Bizim Pazarımız Perşembe” )

N’apabilirdim?
Ne olacak?!
Bir araç ayarlamalı ve gidip almalıydım o kanepeyi… Sonuçta Shira onu istiyor! :)


Babam, Station Marea’sını önerdi. Ancak kestiremediğimiz önemli bir sorunsal söz konusuydu: “Kanepe bu Marea’ya sığar mı sığmaz mı?”
Cevap: ÇOK ZOR!

“Arabanın şurasını açar burasını yatırır, koltuğu çaprazlama ittirir, kullanırken eğiliriz” falan diye planlar yapıyoruz ama bu etli-butlu ve heybetli kanepeyi ve otomobili ölçmeden yola çıkmak zamansal açıdan ciddi bir risk, çünkü onca yolu boşu boşuna yapmak anlamına da gelebilir.

Babam rasyonel zekasına hayran olduğum ve kendisindan çok şey öğrendiğim bir adam…
Yok yahu, böyle az oldu, şöyle yazayım:
Babam özellikle iş konularında, düşünülmeyeni düşünüp akla gelmedik yollardan çözüm üretmek üzerine çalışan; hafıza, dikkat, gözlem becerisine ve tüm bunları kısa zamanda kombine olarak kullanabilme yeteneğine sahip bir adamdır… Yetkin olduğu konularda çözüm bulma konusunda tek kelimeyle “Üstat”tır.
Üstat dedi ki:
“Ben nasılsa motorla Datça’ya giderken Eceabat’taki eve uğrayacağım. Sen de al arabayı birlikte gidelim. Öyle ya da böyle bir çözüm bulur, kanepeyi sığdırırız.”
“Öyle ya da böyle…”

Yolda Kişisel Gelişim, Ders 1:  ODAK NEREDE?

Her an dikkat etmemiz gereken şeye dikkat ettim o an:
Kanepe ile Fiat Marea ilişkisinde benim odağım “Sığmayabilir; sığmazsa bütün yolu boşu boşuna yaparım” düşüncesindeydi. Hemen odağı değiştirdim ve “Öyle ya da böyle bir çözüm bulunur”a odaklandım ve bu fikri kabul ettim. Gidiş dönüş 800 kilometrelik bir yol yapacaktım ama nasılsa “bir çözüm bulunur”du. En önemli şey ilk adımı atmaktı.

“Odağınızı bir kere olumluya çevirmek yetmez, odağınızı olumluda tutmak sürekli yapmanız gereken bir tercihtir!” – V. Tolga HANCI *Doğal Performans Artırıcı :)

Ertesi sabah 07:30’da babamdan çıkmak üzere sözleştik ki köprü trafiğine kalmayalım. Ben erkenden kalktım, 07:35 gibi babamdaydım. Yazık ki anca 09:00’da yola çıkabildik… Babamın yol hazırlıklarını bitirmesini beklediğim bir buçuk saat boyunca yine kendi kendime kurulmuş, odağımı negatife çevirmeye başlamıştım:

Yolda Kişisel Gelişim, Ders 2: ISRARLI ve TUTARLI KALMAK

“Olacak şey mi?” diyordum; “Hem beni sabahın köründe ayağa dikiyor hem de hazırlanırken ağırdan alıyor… Bu ne biçim şey ki böyle?! Ayıp denen bir şey var! Bu kadar da olmaz!” Zihnimdeki ses benden bağımsız hale gelmiş susmak bilmiyordu: “BıdıBıdıBıdıBıdı da BıdıBıdıBıdıBıdı”


Neyse sonunda yola çıktık…
Buyrun işte! Fatih Sultan Mehmet Köprüsü yolunda trafik başlamıştı. Kısıldım kaldım, babam motorla yanımda durdu, camı açtım ve babamın beni sinirden titreten şu cümlesini dinledim:
“Ben kaptırıyorum aralardan, seni Mahmutbey gişelerinde beklerim”.

Yüzümde gülümseme “Hı-hı, tabi… git sen” falan derken; yürekte azgın dalgalar kabarmış, hırsımdan direksiyonu sıkarken parmaklarım beyazlaşmıştı… Beynim zonkluyordu.

Adım adım giden trafikte bir seçim yapmam gerekiyordu:
A- Direksiyon simidini ısırıp, torpido gözünü tekmelemek
B- Sakin kalmak.

Yolda Kişisel Gelişim, Ders 3:  AKLINIZI BAŞINIZA GETİREN FİZYOLOJİNİZDİR.

Bu gibi durumlarda fizyolojinizi düzenlemeniz çok önemli… Daima hatırlayın; duygularımız hareketlerimizi takip eder. Nasıl duruyor/oturuyor ya da hareket ediyorsanız o yönde hissedersiniz.


Derhal fizyolojimi değiştirmek üzere harekete geçtim. Sanki omuzlarımda dünyanın yükünü taşıyormuşum gibi oturmaktan vazgeçtim.
Dik oturdum, çene yukarı, göğüs dışarı...
Omuzlarımı düşürdüm...
Karna doğru derin bir nefes …
Tut biraz…
Yavaşça ver...
Bir tane daha…
Sonra bir tane daha…

Bol oksijen, dik duran harekete hazır bir vücudu kat ederken ne yapıyorsa iyi yapıyordu! Fiziksel pozisyonumu değiştirip, nefes alış verişimi düzenlemek beni sakinleştirmişti. Kafamın içinde sürekli kızan ve onu-bunu suçlayan asabi psikopat susmuştu. Stresi kontrol edebileceğimi yeniden hatırlamıştım. Yapmam gereken kafamın içindeki diğer sesi, sakin ve aklı başında olanı dinlemekti… O ne yapılacağını biliyordu. Yüksek benliğim derinlerde bir yerde "mutlak olan"a güvenmemi söylüyordu.

Yolda Kişisel Gelişim, Ders 4: STRESİ YÖNETMEK İÇİN 3 BASİT SORU

Kafamdaki huzurlu ses, sakin bir biçimde 3 basit soru sordu bana:
1- “Şu anda etkileyebileceğin şeyler nedir?”
Düşüncelerimi değiştirebilirdim…
Sabah babama kızmam mantıksız ve bencilceydi! “Ben onun yüzünden trafikte bekliyorum, o niye gidiyor?” diye ağlayan egom şımarık bir çocuk gibi davranıyordu. Ağzının ortasına iki tane yapıştırmak da mümkündü bu ego denen şımarık veledin ama ben onu ikna etmeyi tercih etmiştim.

Motosikletle yolculuk edenler bilir, yola hazırlık önemlidir… Babam da uzun bir yola hazırlanıyordu ve elbette tüm detayları dikkatle gözden geçirmesi uzun yolda güvenliği ve konforu için gerekliydi.

Babamın trafikte beni beklemeden Mahmutbey gişelerine gitmesi en doğrusuydu: Sıcağın altında, motorun üstünde benimle ağır ağır gelmesi onun için korkunç bir eziyet olacaktı.

Tüm kalbimle ona hak verdim ve rahatça Mahmutbey’e ulaşması ve beni beklerken bir gölge bulmasını diledim. Tuhaf gelebilir ama kendimi değil onu düşünmek beni daha da rahatlatmış hatta mutlu etmişti…

Kafamdaki sakin ses ikinci soruyu sordu:
2- “Şu anda etkileyemeyeceğin şeyler nedir?”
Elbette trafikti… Trafiğe lanet etmekten derhal vaz geçtim.

Son soru eyleme yönelikti:
3- “Şu anda senin kontrolünde olan ne var?”
Ortamı daha keyifli hale getirebilirdim: Ön paneldeki radyoya bağladığım akıllı telefonumdaki “TuneIn Radio” uygulamasından Sky Lounge’u açtım. Hareketli bir lounge parça Marea'nın içini dolduruverdi.


Yolda Kişisel Gelişim, Ders 5: ÜSTÜNE DÜŞENİ YAP, GERİSİNİ EVRENE BIRAK!

Bir anda her şey değişti!
Renkler daha parlak, içim daha huzurlu ve zihnim daha berraktı…
Mesela bu yazıyı yazmak o sırada geldi aklıma.
Gerçekten rahatlamıştım…
Bilin bakalım ne oldu?

Birden bire…
Hiç beklenmedik şekilde…
Ortada hiçbir geçerli neden yokken…
Son derece mantıksız bir biçimde…
Trafik açılıverdi…


“Rastlantılar, ancak siz onlara görmek için baktığınızda mucizeye dönüşür.” – V. Tolga HANCI *Balkanlar ve Avrupa’nın Gelişim Gurusu :)

Mahmutbey gişelerinden geçip sağa yanaştım, babam motorun başında beni bekliyordu… Camı açıp arabadaki suyu babama uzattım “Yahu gölgede bekleseydin ya” dedim. “Geleli daha iki dakika oldu” dedi, “ama o suya hayır diyemem”. Babamı seviyordum, ona su verebilmiş olmaktan dolayı mutluydum, kendimi seviyordum, yol yapmayı seviyordum, trafiği seviyordum… Bir sevgi kelebeği oluvermiştim!

Sonrasında ne olduğunu öğrenmek için ikinci bölümü beklemeniz gerekecek çünkü bu hikaye devam edecek…

30 Nisan 2013 Salı

Büyüklük nedir?

Uzun zamandır serbest bir konuda yazmıyordum...

Doğrusunu isterseniz, aynı zamanda birlikte de çalıştığımız kız arkadaşım Yeliz'le birkaç aydır o kadar yoğun bir koşturma içindeyiz ki, Ocak'tan beri hiçbir şey yazmadım. İşlerin yoğunluğu eğitim, seminer ve koçluk hazırlıkları, yeni oluşumlar falan derken nefes dahi alacak vakit yok neredeyse...


Ancak...
Fenerbahçe ve Galatasaray arasındaki çekişme Galatasaray lehine bozulunca; 2007'de Ali Sami Yen'de oynanan ve tarihe (orada yaşanan büyük ayıbı hiç de anlatamayan bir isimle) "Sulu Derbi" diye geçen maçtan sonra düşündüklerimi yazmaya vakit ayırmam şart oldu! 

Türkiye'nin tüm statlarında "Her zaman... Her yerde... En büyük..." diye başlayıp stadın sahibi takımın adıyla biten bir tezahürat vardır... Hepimiz tuttuğumuz takımın "en büyük" olduğunu iddia etmeye bayılırız ama şu büyüklük gerçekte nedir pek düşünmeyiz.

Devam etmeden evvel şu uyarıyı yapayım:
Bu yazı 30 Nisan 2013'te yazıldı... Süper Lig'in bitimine 3 hafta kala Fenerbahçe, Galatasaray'ın 7 puan gerisinde ve bir mucize olmazsa sondan bir evvelki hafta şampiyonluğunu ilan eden Galatasaray'ı kendi sahasında; Kadıköy'de ağırlayacak.
Aynı zamanda da 2 gün sonra Avrupa Ligi Yarı Final 2. maçında; İstanbul'da 1-0 yendiği Benfica'ya konuk olacak... Bir yandan da Türkiye Kupası'nı kovalıyor.
Yazının sonunda bu detayları neden verdiğimi anlayacaksınız.

Önce "Büyük"lüğün ne olmadığıyla başlayalım:
En muhteşem tesislere sahip olmak değildir...
- En çok taraftara sahip olmak da değildir...
En pahalı transferi yapmak hiç değildir! 

Hadi bir de taraftar terminolojisinden konuşalım;
- "En çok kim koydu(!)" muhabbeti değildir...
- En edepsiz küfürlü tezahüratı bulmak da değildir...
- Rakip taraftarın kafasına sidik dolu torbaları atmak ya da futbolcuların üstüne binlerce su şişesi yağdırmak hiç değildir!


"Büyük"lük bir vizyondur...
Büyüklük, nereye baktığınla veya bir başka deyişle neyi amaçladığınla ilgilidir...
Bu amaç doğrultusunda hangi adımları attığın, attığın gollerden çok daha önemlidir mesela...
Yetiştirdiğin sporcuların zihinlerinin gelişimi en gelişmiş tesislerden çok daha kıymetlidir mesela...
Taraftarın gücünü; bu ülkenin değeri futbolcuya ettiği küfürden ya da sahaya attığı maddelerden değil de; centilmenlikten, dürüstlükten ve onurlu duruştan almasıdır mesela...

Büyüklük öyle para harcamakla olmaz...
Tesislerle de büyüyemezsiniz...
Gazeteye TV'ye demeçler döktürürken aslan kesilip, karşı karşıya gelince karşılıklı pohpohlayanların da büyüdüğünü gören olmadı hiç...
En kalabalık taraftar topluluğuyla en fazla sesi çıkarıp en çok maçı kazansanız da;
- eğer bütünün hayrına bir vizyonunuz,
- sağlıklı düşünebilen bir beyniniz,
- destekte de, efendilikte de birinciliğe oynayan hakkaniyetli bir vicdanınız yoksa bir arpa boyu büyümeniz mümkün olmaz...

Büyüklük kendini rezil etmemektir...
Büyüklük kendini bilmektir; kendini rakibinde görmektir...
Yeri geldiğinde saygıda kusur etmeden rakiple dalganı geçmek ama yeri geldiğinde uzanıp bükemediğin o eli sıkmaktır, büyüklük...
Büyüklük sonuç her ne olursa olsun kabul edebilmek, eğilip bükülmeden, sövüp dövmeden adam gibi ve dimdik durmaktır...


Büyüklük; büyüklüğünün bir bölümünün rakibinden geldiğini bilmektir.

Büyüklük, büyüklük göstermektir...
Neredeyse 30 yıla yakın zamandır tribünden maç izleyen, koyu bir Fenerbahçe taraftarı olarak söylüyorum: Fenerbahçeli futbolcular; sezon boyunca ne olduğunu, kimin kime ne dediğini, hangi futbolcunun kime ne yaptığını, hangi yöneticinin nerede ne söylediğini falan unutur ve bu yıl şampiyon olan Galatasaraylı meslektaşlarını kendi sahalarında ağırlayacakları maç öncesi gönülden alkışlarlarsa; yaptıkları tek şey gerçek anlamda büyüklük göstermek olacak.

Aziz Yıldırım da Ünal Aysal'ı aynı vakur tavırla ağırlayıp kutlarsa işin boyutu daha da "büyük" hale gelecek...

Yöneticiler ve futbolcular bunu yapsalar da yeterli değil
Taraftar bu işin içine girmezse olmaz...
Büyük Fenerbahçe'nin büyük taraftarının büyüklüğünü tüm dünyaya göstermesi için daha harika bir imkan olabilir mi?
Ezeli rakibin şampiyonluğunu kendi sahanda alkışlayarak onları tebrik edebilmek demek;
- Tüm komplekslerden arındığını haykırmak demek..
- Ne olursa olsun sportif başarıyı kutlayabilmek, ona kıymet verebilmek demek...
- 2 senedir yaşanan onca şeye rağmen her zaman büyük, olgun ve delikanlı olduğunu göstermek demek...

Bundan ala "büyüklük" gösterme şansı olabilir mi?
- Futbolcular çıkarlar maça, çatır çatır oynarlar; şampiyon rakiplerini mağlubiyetle yollarlar evlerine... Taktiksel ve performansa dayalı "büyüklük"lerini gösterirler...
- Akabinde giderler Avrupa Ligi kupasını alırlar yanına da Türkiye Kupası'nı koyarlar, dünyada da Türkiye'de de ne denli iddialı olduklarının altını çizer, sportif büyüklüklerini de gösterirler...



Ama inanın, öteki yoksa...
Yani ruhun yüce, yüreğin mangal, zihnin açık değilse...
"Onlar bize 10.000 su şişesi atmıştı... Şimdi görsünler bakalım; biz onlara 20.000 şişe atarız" diyecek kadar küçük hesaplar yapıyorsan...
Ruhun da, yüreğin de, beynin de küçük demektir...
Geçtim Avrupa Ligi Kupası'nı, Feza Kupası'nı alıp da gelsen n'olacak!



Şu aşağıdaki görüntülere bir bakın isterim... Hangi takım şampiyon, o belli.
Peki hangisi "büyük" sizce?

Arsenal'in Manchester United'ı Alkışlaması

Bu görüntüler bir Fenerbahçe Galatasaray maçında yaşanırsa gerçek anlamda devrimsel bir durum yaratabilir bu iki büyük camia... "Kaderi değiştirmek" derler ya; gerçekten böyle bir şans var ellerinde... "Büyüklükleri" ile tarihe geçme şansı.

Umarım kullanırlar.

15 Nisan 2012 Pazar

V. Tolga HANCI @ Selince TVEM

13 Nisan 2012 Cuma günü, TVEM'de Selince programında Selin Canik'in konuğuydum. keyifli bir sohbet oldu... İzlemek isteyip de izleyemeyenler için buradan da yayınlıyorum. İyi seyirler.


1. Bölüm


2. Bölüm


19 Mart 2012 Pazartesi

Muhteşem Hediye


Tek bir görüşme...
O görüşmeden alabileceğinin en fazlasını almaya istekli ve niyetli,
yeni tanıştığı koçuna tüm kalbiyle güvenip her şeyi açıkça paylaşan,
farkındalığı yüksek bir danışan...

Birkaç e-posta yazışması...
O "farkında" danışanın çalışkanlığı ve verdiği taahhütlere sadık kalması.

Hedeflenen başarının danışanın tutkuyla bağlı olduğu hedef için çalışmasına bağlı olduğunu gösteren harika bir örnek ve iyi ki bu işi yapıyorum hissini tekrar yaşatan bir mektup... Hayatını türlü başarılarla süsleyeceğinden emin olduğum bu çok kıymetli üniversite öğrencisi danışanımın izniyle, iletisini sizlerle paylaşıyorum.

Verdiğim "hediye seans"ın karşılığında bir koç olarak alabileceğim en muhteşem hediyelerden biri olan bu mektup, "Koçluk ne işe yarar?" sorusuna da net bir cevap veriyor.


"Merhaba Tolga Bey,

Sizinle 20 ocak tarihinde hediye koçluk seansı için görüşmüştük ve siz hem seans sırasında bana önerilerde bulunmuştunuz hem de seans sonrasında bana bir mail atarak olumlamalar ve egzersizler göndermiştiniz ve bunlara en az 21 gün boyunca devam etmemi, Mart'ın ortalarında size tekrar mail atmamı söylemiştiniz. Ben de sizin önerdiklerinizi yaptım ve söylediğiniz gibi düşüncelerimde, hislerimde, hayatımda değişiklikler oldu. :)

Sizinle görüştüğümüzde benim özgüven, aşırı endişe, erteleme ve yalnız kalma korkularımın olduğu ortaya çıkmıştı ayrıca ders çalışmaktan korkmak ve başkalarını suçlamak gibi sorunlarım da vardı.

Sizin gönderdiğiniz egzersizleri ve olumlamaları yaptığımda kendimi çok daha iyi hissetmeye başladım, kendime her geçen gün daha çok güvenmeye ve kendimi daha çok sevmeye başladım. :)

Korkularımın bana hiç bir şey kazandırmadığını ve elimden geleni biraz da olsa yaptığım zaman karşılığını fazlasıyla aldığımı fark ettim. :)

Ayrıca ailemi, arkadaşlarımı da daha çok sevmeye başladım ve artık insanlara daha başka bi gözle bakıyorum sakinleştim, onları anlamaya çalışıyorum ve en çok sevindiğim şeylerden bir tanesi de kimseyle gereksiz yere tartışmıyorum, kimseye kızmıyorum. :)

Hayatımdan kaygıyı, korkuyu tamamen çıkartamadım ama bana zarar vermesini engelleyebilecek seviyeye getirdiğimi düşünüyorum. :)

Örneğin benim yolumu bulma sorunum vardı gideceğim bir yere yalnız gitmek zorunda olduğum zaman aşırı endişeleniyordum, strese giriyordum birden hasta gibi oluyordum şimdi gitmem gereken her yere kolayca gidiyorum ve sadece gitmek zorunda olduğum yerlere değil gitmekten zevk aldığım yerlere de kolayca gidebiliyorum. :) ve önceden insanlar bana yol sorduklarında çok iyi bilsem bile bilmiyorum diyordum, şimdi ise bildiğim bir yeri kolayca tarif edebiliyorum. :)
Ders çalışmak ile ilgili bir değişiklikte ingilizce ile ilgili oldu. Ben ingilizcemin çok iyi olmadığını düşünüyordum hatta öğrenmekten korkuyordum ancak bu pazar günü akademik ingilizce ile ilgili bir sınav var ve ben bu sınava pazar günü gireceğim puanım çok yüksek olmasa bile sınava girebilecek cesareti göstermek benim için mucize ve çok seviniyorum. :)

Hayatımda istediğim her şeyin en uygun zamanda gerçekleşeceğine inanıyorum ve biliyorum. Sizinle tanıştığımıza da çok seviniyorum bana yeteneklerimi keşfetmem konusunda çok önemli ve hayatımın sonuna kadar etki edecek bilgiler verdiniz, size sonsuz teşekkürlerimi iletiyorum...
Umarım siz de çok iyisinizdir ve umarım her şey sizin için de her zaman çok mükemmel ve muhteşem bir şekilde devam eder.....
Her şey için tekrar tekrar teşekkür ederim :)))"

8 Mart 2012 Perşembe

Görürsünüz Gün’ünüzü!



8 Mart Uluslararası Dünya Kadınlar Günü yaklaşırken başlayan ve hafta itibariyle artan haber ve tartışmalar gösteriyor ki bu konuda bir bilinçlenme, medyada bir baskı ve mecliste de bir kararlılık var… “Kadına Yönelik Şiddet”in önlenmesi ve uygulayıcılarının cezalandırılması ile ilgili yasa gündemi meşgul ededursun; tırnak içinde yazdığım ifadenin “Kadına Yönelik” kısmına bir küçük itirazım var.

Evet, kadınlara yönelik bir şiddet vardır ve derhal önlenmesi gerekir… Araştırmalar gösteriyor ki eşinden fazla kazanan kadınlar daha çok şiddete maruz kalıyor. Yani kadın evin yüksek gelirini getiriyorsa eğer bir de cezalandırılıyor! “Bu nasıl bir komplekstir” diye düşünürken kaçamadığım tatsız bir haber gördüm TV’de: Genç bir delikanlı babasını kalbinden bıçaklamış, 1 hafta küvette saklamış, cesetten kurtulmak için arkadaşlarını çağırmış ve arkadaşları da doğal olarak polisi aramış. Babası çocuğu öldüresiye dövermiş komşuların anlattığına göre…


Şiddeti sevmek
Babasını öldürüp 1 hafta cesetle aynı evde yaşayan bu çocuğun psikolojisini bu kadar bozan şey ne peki? Bildiniz; babasından gördüğü şiddet. Hazreti Google’a yazın “babasını öldüren genç” diye; bakın ne çok haber çıkıyor karşınıza…

Dünyanın tüm spor müsabakalarında gerilim yüksektir… Bizdeki gibi her hafta başka bir şehirde kavga ortamının oluştuğu başka spor ligi var mı dünyada? Amatör kümede futbolcuların antrenörleriyle bir olup hakem dövdükleri kaç müsabaka sayılabilir tüm dünyada? Türkiye’deki örnekleri o sayıdan daha fazla, inanın!

Trafikte arkadan yaklaştığınız araca yol istemek için selektörle işaret ettiğinizde öldürülebilirsiniz bu ülkede… Ya da yolda yürürken “Ne bakıyon lan?” gerekçesiyle saldırıya uğrayabilirsiniz. Kadıköy, Bahariye ve Moda’nın kesişiminde Barlar Sokağı olarak bilinen sokağa giren 40’a yakın kişinin; varlık nedeni içki servisi yapıp insanları eğlendirmek olan mekanlardaki insanlara sırf içki içiyorlar diye döner bıçaklarıyla “dalabildiği” bir ülkede yaşıyoruz.

Peki hayvanlar? Durup dururken… Hiç kimseye hiçbir zararları yokken… Kendi doğal ortamlarında bulunan yaban hayvanlara ve hatta sokakta başını okşadığınızda size sevgiyle karşılık vermekten başka hiçbir şey yapmayan kedilere, yavru köpeklere falan eziyet edenlere ne demeli? Bir kedinin kafasını ayağıyla ezen gencin görüntüleri dolaşmıştı bir ara internette… N’oluyor yahu?!

Kadınlar gününde özellikle altını çizerek söyleyelim ki; çocuklarına şiddet uygulayan anneler de var bu ülkede… Hem de hiç küçümsenmeyecek kadar!

Peki ne oluyor?
Gerçekten… Ne oluyor? Neden seviyoruz bu kadar şiddet uygulamayı? Nereden kaynaklanıyor bu orayı burayı kırıp onu bunu dövme rahatsızlığı? Alıp veremediğimiz ne? Neyin ispat çabası bu?

Belki de bir şeyleri ispat çabasından daha derinde bir durum vardır… Taa bilinçaltında duran, hiç bakmadığımız belki de hiç farkında olmadığımız bir hadisenin sonuçlarını yaşayan, şiddet kurbanı şiddet uygulayıcılarıyla doludur etrafımız… Kim bilir; onlardan biriyizdir belki de.


İş çocukluktan başlıyor
Türkiye’de ne çok çocuk ailesinin, öğretmeninin, arkadaşlarının ve karşı cinsin şiddetine maruz kalarak büyüyor hiç düşündünüz mü? Böyle olunca ne oluyor? Korku, öfke, nefret ve intikam tohumları daha biz çok küçükken atılıyor içimize… Üstelik en güvendiklerimiz tarafından. Evde gözlerinin içine baktığımız büyüklerimiz, okulda irfan sahibi öğretmenlerimiz “Yaramazlık yaparsan basarım tokadı!” demeyi maharet sayıyor ve ilk yaramazlıkta da sözlerini tutuyorlar! O çocukların bir kısmı “öğrendiklerini” hayvanlara eziyetle bir kısmıysa kendilerinden güçsüz gördükleri çocuklara zorbalıkla derhal uygulamaya koyuyorlar. Uygulamaya koyamayan da içine atıyor!

Dr. Bülent Uran (Mart 2012 eğitimleri için bakınız: https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10150696873762246&set=a.10150105906622246.303502.568527245&type=1&theater), “Geçmişin Hipnozunu Bozmak” adlı kitabında; korku, öfke, nefret ve intikam duygularının bastırıldığında bir gün gelip mutlaka patlayacağını söylüyor. Sıkışan bu olumsuz duygular dışarı patlarsa cinayet, tecavüz vb. suçlara içeri patlarsa da hastalık, depresyon ve fiziksel bozukluklara neden oluyor.


Ya şiddeti bir çözüm yolu(!) olarak seçip uygulayan ya da kendi kendini hasta eden insanlar, bu hale sadece çocuklukta maruz kaldıkları şiddet sonucu gelmiyor elbette.

Ergenlikte sürüyor
Bilgisayar oyunlarından “şakalaşmalara”, okul “çıkış”larında kavgadan popüler kültür ürünü film ve dizilere kadar her yerde şiddeti yaşıyor ve yaşatıyoruz… Küfürle ifade eden, küfürle onurlandıran ve küfürle yeren dildeki şiddete hem orta öğretim hem de
üniversite sınavıyla uygulanan duygusal şiddeti de ekleyin… Böyle bir süreçten akıl sağlığını koruyarak çıkmak ne kadar mümkün ki?


Yetişkin dönemimizde zirve yapıyor
Bitmiyor! Biz büyüdükçe hayat bir şiddet sahnesi, şiddet hayatın bir parçası haline geliyor:
Trafik, iş yerlerinde yaşanan baskı ve stres, tahammülsüzlük, saygısızlık, bir “Önce ben!” çılgınlığı, dedikodu, magazin, tartışma programları, haberler…
AH O HABERLER! Yüzlerce bebek arasında haber “değeri olan” ölü doğandır… Nerede bir felaket, cinayet, kavga, şiddet varsa haber kameraları oradadır! Harika spor müsabakalarının içinde en çok izleneni içinde kavga olandır…
Asan kesen, öldürmeyi yücelten “milli” kahramanların, suçlu tokatlayan polisin, onlar yoksa da iç bunaltan müzikler eşliğinde yaşanan dramların olduğu diziler reyting rekorları kırar…
“Türkiye seninle gurur duyuyor!” sloganlarına en sık muhatap olanlar -kavgada bile söylenmez- kelamlarla birbirlerine hitap eden siyasilerdir çoğu zaman…

Hepimizin ruh hastası yetişmemiş olması ciddi bir mucize!

Ne yapmalı?
İçimizde potansiyelimizi engelleyen, kim bilir ne zaman öğrendiğimiz negatif duyguları bulmalı ve onlardan kurtulmalı…
İyi de nasıl?
Hipnoz, regresyon, NLP ve EFT konularını araştırabilir ve kendinize uygun olduğunu düşündüğünüz teknikle, uzmanının gözetiminde kişiliğiniz üzerinde çalışabilir ve potansiyelinizi tam kapasiteyle kullanmaya odaklanabilirsiniz.


Farkına varın ve orada kalın!
İnsan olarak en üstün yeteneğimiz rasyonel düşünce gücü ve yüksek iletişim kapasitemiz. Konuları değerlendirebilmenin yanı sıra, mantıklı düşünceler doğrultusunda rasyonel kararlar alabilme yeteneğine ve en önemlisi; saniyeler içinde bu değerlendirmeleri günün her anında uygulamaya dönüştürmek konusunda seçimler yapabilmek gibi olağanüstü bir özelliğe sahibiz… Hepimiz!

Hayatın her anı bir seçim… Korku yerine sevgiyi, öfke yerine anlayışı, intikam yerine bağışlamayı seçebiliriz. İstediğimiz her an… Okullarda bunun öğretilmesinin tüm bilimsel derslerden çok daha önemli olduğuna inanıyorum. Daima hatırlanması gereken; mühendisler, bankacılar, atletler, işletmeciler, siyasetçiler, gazeteciler değil “insan” yetiştiriyor olduğumuz gerçeği…

Hepimiz bu “insan” yetiştirme işlemine kendimizden başlasak da iyi olur.
Aksi takdirde kadın, çocuk, erkek, hayvan fark etmez…
Hepimiz görürüz günümüzü!

27 Ocak 2012 Cuma

“Ölecek miyim doktor?” diye sordu… “Evet” dedi doktor, “Bunu bir ara hepimiz yapacağız!”



Konumuzun ölümle de doktorla da ilgisi yok. Bana hep saçma gelen başlığın ilk kısmındaki bu sorunun muhatabı doktor ben olsaydım, başlığın ikinci kısmındaki cevabı vermeyi çok isterdim. Çünkü gerçek bu…

İçinde büyüyüp yetiştiğimiz küresel toplumun büyük bir bölümünde eğitimden iş hayatına kadar her alanda “Eyvah!”larla yaşıyoruz:
Eyvah! Ya annem/babam kızarsa…
Eyvah! Ya sınavda kötü not alırsam…
Eyvah! Ya yalnız kalırsam…
Eyvah! Ya başarısız olursam…
Eyvah! Ya birini/bir şeyi kaybedersem…
Eyvah! Ya parasız kalırsam…

Bir de üstüne hayatın güçlenmemiz için karşımıza çıkardığı engelleri ilk denememizde aşamamışsak bu derinlerde sinsice bekleyen tuhaf düşünce güçlenerek korkularla yaşamamıza yardım(!) ediyor.


Bayılıyoruz yaşantımızdan dramlar çıkarıp başrollere soyunmaya!
İçinizde bir sıkıntı var ama nedenini bilmiyorsunuz…
Ya da belki de sıkıntının nedenini biliyorsunuzdur:
Vadesi gelmiş borçlar…
Ödenmesi gereken maaşlar…
Yatırım için gerekli kaynak…
Bir türlü takım gibi çalışamayan bir ekip…
Aldığınız kötü not…
Bir yakının kaybı…
Hastalık…
Çocuğunuzun öğretmeninden gelen şikâyet…
Terk etmiş bir sevgili…
Tuttuğunuz takımın yenilgisi…

Sihirli bir dokunuş
Canımızı sıkacak ne çok şeyimiz var değil mi hayatta? Hayatımızın her anında!
Sıkıntıya sayısız sebep bulmamıza rağmen -örneğin maskaralık yapan bir hayvan yavrusu bütün o sıkıntıları alıp götürüverebiliyor! Sıkıntı ne olursa olsun… Sihir gibi… Bir anda!


Sahi, ne oluyor da saniye dahi geçmeden o kedi ya da köpek yavrusu, çeşidi ne olursa olsun bütün bir sıkıntıyı (kısa bir süreliğine de olsa) “ŞAAK!” diye kesebiliyor?

Sadece yavru hayvanlar mı? Elbette değil: Oldukça sıkıntılı, üzücü, zorlayıcı ve dolayısıyla yorucu zamanlarım var geçmişte yaşadığım. Hepimizin olduğu gibi… O zamanları anımsıyorum da; tüm sıkıntıları tamamen aklımdan çıkardığım ikişer saat vardı her hafta: Halı sahada top oynadığım çarşamba geceleri ve pazar sabahları.

Bir saat boyunca ne hastalıklar, ne kayıplar, ne sınavlar, ne iş ne de ilişki sorunları… Her şey ama her şey aklımdan çıkar giderdi: Sahadaki topu takım arkadaşlarımla birlikte karşı kalenin içine sokmaktan başka şey düşünmezdim. Al sana meditasyon, al sana terapi… Özü ne? “Anda kalmak”, bir başka deyişle düşüncelerinizi ve ruh halinizi bilinçli bir biçimde yeniden düzenlemek…

Öğrendiklerinizi unutun!
Bunun zor olduğu öğretildi bize… Çözülmesi gereken sorunlar, yetiştirilmesi gereken işler, gönlü alınması gereken sevgililer, destek isteyen bedbahtlar varken kediyle, köpekle, topla oynamanın sırası mıydı? Evde hasta bekleyen biri varken ne hakla baharda tatlı meltem eşliğinde deniz üstünde batan güneşin keyfini çıkarabilirdi ki insan?

Bize öğretilen sorumluluk bilinci kendimiz hariç herkesi ve her şeyi kapsıyordu… Üstelik kurban rolü oynarsak ilgi alaka çekip, el âlemin enerjisini de vantuzlayabiliyorduk. Bize öğretilmeyen tek şey kendi içimizde kullanılmayı bekleyen o sonsuz enerji potansiyelinin varlığıydı.


Artık uyanmaya ne dersiniz?
Kendinizi kötü hissettiğiniz bir ruh halinde çok uzun süre kalmamayı alışkanlık haline getirin. Böyle bir durumda her ne yapıyorsanız durmak, "kendinizi yakalamak" (sürekli depresif düşüncelerle kendinizi zehirlediğinizi fark etmek) ve derhal düşüncelerinizi berraklaştırmak önemlidir. Kötü hissettiğiniz her an hatırlayın: Nasıl hissedeceğinize sadece ama SADECE SİZ KARAR VERİYORSUNUZ.

İşler ters mi gidiyor? Sevgili mi terk etti? Hastalandınız mı? Yakın birinin kaybı mı söz konusu? Tüm “Eyvah!”ları kafanızdan atın; onun yerine enerjinizi şu tip soruların cevaplarını bulmaya ayırın:
Bu durumdan çıkmak için ne yapabilirim?
Kimlerden yardım isteyebilirim?
Alternatif yollar neler?
Şimdi ne olsaydı ruh halim tamamıyla değişirdi?
Şu anda hissettiğim gibi hissetmemek için neye ihtiyacım var?
Hemen şimdi ruh halimi yükseltmem ne yaparsam mümkün?

Nasıl hissettiğinizin nasıl düşündüğünüzle doğrudan ilişkili olduğunu hep anımsayın!

Konuyla ilgili farklı detaylar için şu yazılara da bakabilirsiniz: